Sevilla…
Dikkat: Bu yazı bir kadeh Sherry, biraz yeşil zeytin ve bir yudum Flamenco eşliğinde tavsiye edilmektedir…
İspanyol yönetmen Emilio Martinez Lazaro’nun 2014 yılında çektiği ve aralarında Karra Elejalde, Carmen Machi gibi ustalar ve Dani Rovira, Clara Lago gibi genç neslin önemli oyuncularının yer aldığı “Ocho Appelliodos Vascos” filminin soundtrack’i olan ve ünlü Sevillalı grup Los del Rio tarafından ölümsüzleştirilen “Sevilla Tiene un Color Especial” isimli şarkı ile açalım yazımızı…
Film İspanya’nın en fazla izlenen filmi olmakla birlikte aslında Sevilla’nın Santa Cruz mahallesinden gelen Endülüslü yağız bir delikanlının Bask Ülkesi’nin siyah saçlı güzellerinden birine gönlünü kaptırmasını anlatır… İspanya’nın kültürel ve gastronomik çeşitliliğini, Endülüs’ün ve hele ki Sevilla’nın sıcaklığını, Bask Ülkesi’nin yeşilini her yönüyle en eğlenceli şekilde ele alan filmi ara sıra DVD oynatıcıma koyar ve iki kültür arasında yaşanan çatışmanın mizah yoluyla dile getirilmesini büyük bir keyifle izlerim…
Los del Rio’nun şarkısında da bahsettiği gibi Sevilla’nın kendine has özel bir rengi vardır ancak bu renk aslında tek bir renkten değil bir renk cümbüşünden oluşur kanımca… Keşiflere konu olmuş ve Arapların büyük su yolu olarak adlandırdığı Guadalquivir nehrinin mavisi, nehirle adeta bütünleşmiş Altın Kule “Torre del Oro”nun sarısı, Maria Luisa’dan Murillo’ya oradan da Alcazar’a uzanan bahçeler geçidinde yeşilin onlarca farklı tonu ve tabi ki Endülüs’ün beyaz evleri… Hepsi Sevilla ile özdeşleşmiş olmakla birlikte Sevilla’nın rengini gerçekten anlamak ve hissetmek için öylesine turistik bir gezi yetmez aslında…
Tapas’ın doğduğu şehir olduğuna inanılan ve Arap, Yahudi, Roma ve İspanyol kökenli yemeklerin yapıldığı tapas bar ve restoranlarla dolup taşan, yılın her günü renkli bir şehirdir Sevilla… Hele ki arada bir Mart sonu Nisan başında uğrarsanız tıpkı memleketim Adana’da olduğu gibi portakal çiçeği kokularıyla karşılar ziyaretçilerini… “Benim İspanyam” yazı dizisinin son Endülüs şehri olarak biraz da Sevilla’yı anlatayım…
Her zaman yaptığım gibi gündüz ya da gece fark etmez, şehre varır varmaz kendimi önce eski Yahudi Mahallesi olan Santa Cruz’a atıyorum. Kimi zaman 1 metre genişliğini bulan labirent misali dar sokaklardan geçerek önce Plaza de Santa Cruz’dan geçiyor ardından da ünlü İspanyol çapkın Don Juan’ın heykeline bir selam vererek Plaza de los Refinadores’e varıyorum… Sağımda Sevilla’nın bağrından çıkmış belki de en önemli ressam Murillo’nun adına verilen bahçeler Menendez Pelayo Bulvarı boyunca uzanıyor… Önceliğim Sevilla’daki iki göz ağrım “Vineria San Telmo” ile eski adı La Cava del Europa olan ve sonradan el değiştirerek “La Taraceina” adıyla hayatına devam eden tapas barlara uğramak… Her iki mekan da Sevilla’nın en ana bulvarlarından biri olan Avenida de Menendez Pelayo’ya çıkan birbirine paralel iki sokaktalar yani acelemiz yok… Sevilla’dayız ve vakit burada her şeyden daha yavaş akıyor…
Calle Puerta de la Carne 6 numarada yer alan “La Taraceina” benim çok önceden La Cava del Europa zamanlarından beri geldiğim bir tapas bar. Mekan el değiştirmesine rağmen şef hiç değişmedi. Şarap menüsü gayet tatmin edici nitelikte. Son gidişimde en sevdiğim Toro üreticilerinden Matsu’yu kadehte vermeleriyle beni gene benden aldılar. Benim için bir gelenek olsa gerek genelde ilk Salmorejo’mu burada içerim. Salmorejo’nun kremamsı yapısı, üzerine gezdirilen zeytinyağının kokusu, biraz haşlanmış yumurta rendesi, biraz da jamon… Burada genelde deniz mahsullü ağırlıklı tapas yemeyi seviyorum. Gerek bebek kalamardan gerekse de kabuklu deniz mahsullerinden çok iyi tapaslar yapıyor şef… Ama karnımı doyurmaya niyetim yok zira bir arka sokakta yaşayan efsane Vineria San Telmo beni bekler… Buraya uğramadan önce hemen köşedeki kızartmacı yerinde mi diye bakıyorum.. Tabi ki de yerinde.. Freiduria Puerta de la Carne’yi bundan tam 15 yıl önce Sevilla’ya ilk kez gittiğimde keşfetmiştim. Klasik Endülüs usulü deniz mahsulleri kızartmalarını, Adoboları, kroketleri 1929’dan beri Street food tadında sunan bir yer burası. Öğlen veya akşam soğuk bir bira ile kağıt külahta atıştırmak için birebir…
Freiduria’dan sola dönüp bir arka sokakta Paseo de Catalina de Ribera, 4 numaradaki Vineria San Telmo’ya geliyorum… Juan Manuel Tarquini ve eşi hayallerinin peşinden gitmiş ve 2004’te Santa Cruz mahallesi sınırında Murillo bahçelerine bakan tarafta bir dükkan bulup Vineria San Telmo’yu açmış. Bugün adeta bir Sevilla efsanesi haline gelen San Telmo oldukça geniş şarap menüsü, geleneksel olanların yanında artık son yıllarda Sevilla’da birçok tapas barda gördüğümüz modern stil yenilikçi tapasları ile ön plana çıkıyor. Son gittiğimde yediğim Tuna tartar, minik pita ekmekleri yanında sunulan modern humus yorumu ve içine hafiften kıyılmış kapya biber koyarak kendi usullerinde hazırladıkları tortilla yanında içtiğim Leonor’un 12 yıllık Palo Cortado’su halen hafızamda… İspanya’da tapas ve sherry’nin doğduğu bu topraklarda hiç şüphesiz “Sherry’siz tapas bar, tapas barsız Sherry düşünülemez”…
Vineria San Telmo’dan çıkıp önce Santa Cruz’un sınırlarında az biraz Calle Santa Maria Blanca üzerinde yürüyor sonrasında mahallenin kalbine doğru dalıyorum. Dar sokaklarda muhteşem çiçeklerle donatılmış ve çeşmeleriyle her daim serinlik yaratan klasik Endülüs avlulu evlerin arasından geçerek artık rutin haline gelen turist kalabalığı içine dalıyorum. Özellikle Ximenez de Enciso üzerinde bolca hediyelik eşya dükkanı, alternatif butikler, barlar restoranlar her daim turist beklerken ben rotamı Mateos Gago 20 numaraya doğru çevirdim bile… Buradaki durağımız 1904’ten kalma bir mekan olan “La Goleta”…
La Goleta, Huelvalı Peregil ailesinin 1904’ten beri işlettiği bir yer. Mekanın şimdiki sahibi olan Alvaro Peregil’in büyükbabası burayı 1904’te şarap mağazası olarak açmış. Aile sonradan burayı tapas bara çevirmiş ve ağırlıklı olarak Huleva’nın Moguer bölgesinde yapılan Portakal şarabı ile Sanlucar de Barrameda’dan gelen Manzanilla sunmaya başlamışlar. 15-20 m2lik büyüklüğüyle beni her daim gülümseten ve gerçek tapas bar kültüründen yoksun illa oturmayı seven turistlerin buraya gelmemesi sayesinde de çoğunlukla lokallerle takılabildiğim için hoşuma giden La Goleta’nın küçük mutfağından ekmek üstü tapaslar ile migas, garbanzos, caracoles gibi klasik İspanyol tabakları çıkıyor. Mekanın ilk açıldığı yıllardan kalma ve maun ağacından yapılmış servis barında Manzanilla’mı yudumlarken gözüm duvarda asılı duran Sevilla Belediyesi’nin 50 yılı deviren işletmelere verdiği plakete gidiyor… Bu arada sonraki yıllarda Alvaro Peregil, La Goleta’nın hemen yanında daha geniş bir mekan açmış. Geniş geniş oturmak isteyenler bu tapas bara davet ediliyor…
Santa Cruz her ne kadar en tarihi, en ilgi çeken mahallelerden biri olsa da şurası bir gerçek ki, Sevilla’da hayatın ritmi Centro’da yani merkez mahallede atıyor… Uzun bir yürüyüş yaparak merkez mahalleye gitmek en güzeli… Mateos Gago’dan çıkıp güzeller güzeli La Giralda’ya doğru iniyorum. Plaza Virgen de los Reyes üzerinde gün boyu bekleyen faytonların arasından geçip merkeze doğru yürüyüşüme devam ederken kullandığım birkaç farklı yol var… Bunlardan ilki Calle Placentines’ten kuzeye doğru yürümek… Placentines 25 numarada bizleri “Bar Pelayo” karşılıyor. 15. Yüzyılda İtalyan tüccarların buluşma noktası olan bu dar sokakta bulunan Pelayo hem tapas bar hem de restoran olarak hizmet veriyor. Menüdeki birçok yemeği “tapa” olarak alabileceğiniz gibi daha büyük tabaklarda servis edilen et ve deniz mahsulü tabakları da var… Burada yediğim sübyeli siyah pilavın tadı halen damağımdadır… Calle Placentines’ten yukarı devam ediyor ve alışveriş sevenler için müthiş keyifli dükkanların bulunduğu Franco ve hemen arkasından gelen süper sevimli meydan Plaza Jesus de la Pasion’dan geçiyorum… Artık merkez mahallesinin sınırlarındayım ve beni Calle Puente y Pellon 24 numaradaki “Crustum”un ekmek kokuları karşılıyor… Enfes klasik ve rüstik ekmeklerin yanı sıra, Empanada, kendi tarzlarında hazırladıkları pan con tomate ve lezzetli sandviçleri (bocadillo) ile ünlü müthiş bir butik fırın burası… Fırından çıkan tatlılar da denenmesi gereken apayrı bir güzellik…
La Giralda’dan merkeze doğru gitmeyi tercih ettiğim bir başka yol ise Calle Hernando Colon ve Sevilla Belediyesi’nin arkasındaki San Francisco Meydanı üzerinden gitmek… San Francisco Meydanı’na hemen yakın konumda bulunan “Umami” ve “Mamarracha”, modern stil tapas barlar arasında Sevilla’nın en popüler olanlarından bugünlerde. Hem tabakların hem de dekorun konuştuğu bu barlardan Umami’de kokteyller de hiç fena değil… Bu bölgedeki bir diğer dikkat çekici önemli dükkan ise hiç kuşkusuz “Maestro Marcelino”nun peynir & şarküteri dükkanı. Calle Hernando Colon 9 numaradaki bu efsane dükkan gastronomi sevdalılarının uğrak yerlerinden biri olmayı sürdürüyor. İspanya’nın birçok yerinde örneklerini gördüğümüz hem şarküteri hem tapas bar konseptinin Sevilla versiyonlarından birisi olan dükkanın kısa ama öz menüsünde Jabugo’dan bir jamon tabağı yaptırıp, yanına biraz chorizo ve biraz da manchego ağırlıklı bir peynir tabağı koyduruyorum… Şarap için fazla uzağa gitmeye gerek yok zira iyi bir sherry her zaman candır…
San Francisco Meydanı’ndan kuzeye çıkan birbirine paralel iki caddeden Calle Sierpes ve Calle Tetuan yine keşfedilecek onlarca mağaza, bar ve cafe ile dolu. Ama ben artık Centro’da Plaza de la Encarnacion’un üstünü kaplayan ilginç mimariye bakadurayım, meydandaki kapalı pazarda bana göre dünyanın en iyisi olan İspanyol şarküterilerinin envai çeşidi, ağırlıkla koyun ve keçi sütünden yapılan çeşitli peynirler ve tabi ki Okyanus’tan gelen onlarca çeşit deniz ürünlerinin güzelliği sergileniyor…
Önce Encarnacion meydanının doğusuna doğru yönelip Calle Gerona 40 numarada yer alan bir başka Sevilla efsanesi “El Rinconcillo”ya gidiyorum… Dile kolay tam 1670’de kurulmuş olan El Rinconcillo bu haliyle İspanya’nın en eski barı aslında. Kuruluşundan bu yana 15 kral ve 4 hanedanlık devirmiş ve tam olarak kanıtlanmasa da söylentiye göre ilk tapas burada servis edilmiş. Doğal olarak renkli çinilerle süslü duvarlarıyla klasik bir Endülüs barındayız ve klasik tabakların menüde yer alması hiç şaşırtıcı değil. Ancak buraya her defasında gelip yiyeceğim bir tabak var ki o da “ıspanaklı nohut”… Araplardan kalma baharat kullanma alışkanlığının en güzel örneklerinden biri olsa gerek bu tabak… Yine tortilla’yı da burada daha bir omlete yakın kıvamda farklı bir stilde yapıyorlar ki bu her yerde karşımıza çıkan bir şey değil…
El Rinconcillo’dan çıkıp batıya doğru gene Encarnacion meydanına yürüyorum. Encarnacion’un kuzey tarafına bakan tarafta “Cafe la Centuria” kimi yerellere göre Sevilla’nın en iyi Churros mekanı… hemen yanındaki Calle Regina’ya girdiğimizde ise önce bizi 1 numarada “Lama la Uva” isimli şirin mi şirin şarap barı karşılıyor… Mahallenin şarap butiği diye adlandırabileceğim mekanda alternatif bölgelerden İspanyol şarapları mevcut, bazen de tadım etkinlikleri düzenliyorlar…
Calle Regina 10 numarada ise oldukça sempatik bir artizanal bira evi var: “La Linterna Ciega”… İspanyol, Alman ve İtalyan 3 kafadarın işlettiği mekanda hafiften İtalyan modeli makarna tabaklar da var… Önerebileceğim tabaklar arasında salteado de patatas (yumurtalı patates), pappa al pomodoro (domatesli ekmek içi), codillo a la cerveza (birada domuz) güzel bir yerel IPA ile iyi gidiyor… Tapas eşliğinde alternatif yerel bira keşfi için güzel bir yer.
Gecenin ilerleyen saatlerinde Sevillalılar’ın Calle Regina’dan daha da kuzeye doğru yürüdüklerini görüyorum… Regina bitip Calle Feria başladığında ise herkes kendini 27 numaraya atıyor… Burada yaşayan bir başka efsane mekan hazır ve nazır duruyor: “Casa Vizcaino”… 1929’den beri varlığını sürdüren ve özellikle haftaiçi akşamları Sevillalıların bir nevi buluşma noktası olan Casa Viscaino’da sağlam bira ve tapasın yanında kendi yaptıkları vermut da denemeye değer. Herkesin sadece ayakta takıldığı ve ellerinde içkileriyle sokağa taşarak sosyalleştiği gerçek bir kült mekan burası. Buranın en ilginç özelliklerinden birisi muhtemelen Cumartesi ve Pazar akşamları kapalı oluşu sanırım…
Merkez mahallesinin en merkezindeki sokak olan Calle Jose Gestoso ise iki farklı güzel mekana ev sahipliği yapıyor. Bunlardan ilki 12 numaradaki “Lupulopolis” bölgedeki bir diğer artizanal bira evi olarak karşımıza çıkıyor… Burada mutfak yok, sadece bira satışı var. İçerde küçük tabure ve masalarda aldığınız biraları içebiliyorsunuz da.
Gelgelelim Calle Jose Gestoso’nun sonuna kadar yürüyüp 19 numarada solda kalan restorana geldiğimizde ise işler değişiyor… Burası “Cañabota” ve deniz mahsulleri adına Sevilla’da muhtemelen tek geçebileceğim bir restoran diyebilirim… Sadece 5 masası olan, açık mutfak-bar önünde de 10 kişilik yeri olan toplamda hepi topu en fazla 40 kişilik bir yer Cañabota. Normalde en az 10 gün önceden rezervasyon yaptırmanın zorunlu olduğu mekanda rezervasyon yaptırmadan yemek yemek için akşam saat tam 8’de restoranın kapısında hazır bulunmak gerekli. Tabi biraz daha erkenden gitmekte fayda var zira kapıda illa ki kuyruk oluyor. Restorana balıklar ve diğer deniz mahsulleri tam 19:45te geliyor. Resmen görsel bir şov eşliğinde restoran çalışanları dışarı çıkıp sokağa parkeden araçtan boy boy balıkları, kabukluları, envayi çeşit karidesleri alıp restorana taşıyorlar ve hemen girişin sağındaki alanda sergiliyorlar. Sonrası ise morina balığı ciğerinden ızgara istiridyeye, mürekkep balığı yumurtasından kırmızı kardinal karideslere (carabineros) ve keler balığından bilimum midye türüne uzanan gerçek bir lezzet şöleni… Benim buradaki şarap tercihim Bierzo bölgesinden Bodegas Mengoba’nın 2015 sur lie Godello’su…
Cañabota’dan çıkıp Calle Orfila üzerinden Calle Marin Villa’ya uzanıyorum.. Hemen ilerde Plaza del Duque de la Victoria’da El Corte Ingles’i görüyor ve üst katındaki “Gourmet Experience” bölümüne çıkıyorum. Fiyat kalitede muazzam diyebileceğim İspanyol şaraplarını ve birçok farklı artizanal birayı bir arada görmek ayrı bir keyif. Diğer taraftan harika bir sherry koleksiyonu da beni bekliyor. Ama en güzeli barda oturup günün tapaslarından söylemek… öğleden sonra yemek öncesi keyif yapmak için birebir…
Merkezden güneybatıya giden yol üzerinde Triana’ya uzanmadan önce son bir yerimiz daha var… O da Calle Zaragoza 5 numarada yer alan “La Azotea”… Aslında Santa Cruz mahallesinde de bir şubesi bulunan La Azotea iyi malzemenin, iyi tapasın, iyi şarabın ve en güzeli de iyi servisin buluştuğu bir tapas bar… Önce berberechos (kum midyesi) söylüyor ve yanına enfes bir Riberio beyazı açtırıyorum.. Kroketler gerçekten ama gerçekten çok iyi… Ama esas tabak bence gerçek bir şaheser olan maracuya chutney soslu ve yosun mayoneziyle servis edilen deniz şakayığından yapılan mousse… Burayı bana öneren sevgili Sabahattin Gökhan’a da ayrıca teşekkürlerimi sunuyorum…
Calle Reyes Catolicos’tan II. Isabel köprüsüne çıkıyorum… Sevilla’nın en güzel manzaralarından birisi bu köprüden olmalı… Karşısı Triana, Sevilla’yı Sevilla yapan mahallerin belki de en renklisi… Çingenelerin, matadorların, flamenco sanatçılarının doğup büyüdüğü ve sanatlarını tüm İspanya’ya yaydığı mahalle… Bir diğer taraftan da mavi renkli seramiklerin yani “azulejos” atölyelerinin bulunduğu yer…
Köprüden karşıya geçip Calle Pureza’ya yönelince 12 numarada “La Antigua Abaceria” karşımıza çıkmakta. Tıpkı Maestro Marcelino gibi burası da bir şarküteri ve tapas mekanı ama tabi ki Triana versiyonu… Menü en basitinden ve en klasiğinden İspanyol lezzetlerini barındırıyor… Bellota jambonu başta olmak üzere bolca şarküteri ve peynir, en güzelinden tostas stili kızarmış ekmek üstü gelen tapaslar ve tabi İspanyol klasiği dana kuyruğu… Günlük çıkan mevsiminde sebzelerden ve baklagillerden yapılan tabakları da kaçırmamak lazım elbette…
Guadalquivir kenarından yürürsek eğer Calle Betis’ten gitmek lazım… Burada ise şehrin en keyifli kokteyl barlarından olan “Terraza la Zapata” bizleri bekler… ister öğleden sonra güneş yerini hafif serinliğe bırakmışken ister gece ortalık iyice şenlenmişken, iyi bir Caipirinha veya Mojito için birebir…
Daha da içlerde Calle Rodrigo de Triana 51 numarada, bir başka kızartma dükkanı (Freiduria) bizleri bekliyor. “Freiduria Reina Victoria” tıpkı Santa Cruz’daki Puerta de la Carne gibi Endülüs usulü deniz mahsulleri kızartmalarının sirke ve sarımsak kokularıyla karşılıyor misafirlerini…
Triana’dan çıkıp Puente de San Telmo’ya geçiyorum… Gecenin karanlığında az biraz sakinlemiş Santa Cruz’a geri dönerken evlerine dönen fayton arabaları yanımdan geçiyor… Plaza del Triunfo’da Alcazar Sarayı’nın kapısının önündeki portakal çiçeklerinin kokusunu içime çekiyorum… Karşımda La Giralda her zamanki heybeti ve görkemiyle…