Terroir’a dair…

“Eğer masanızda sadece su varsa, siyaset üzerine konuşursunuz… Buna karşın, büyük bir şarap dikkatleri üzerine çeker ve masadakileri sadece kendisi hakkında konuşturur!”
Henri Jayer

Şarap dünyası kafa karıştıran onlarca terimin içinde muhtemelen üreticisinden tüketicisine tek bir kelimeyi en çok duymayı, düşünmeyi ve hatta görüp hissetmeyi sever: “Terroir” (Türkçe yazarsak teruar).

Bu öyle bir terim ki 3 sene kadar önce ziyaret ettiğim her yıl Fransa – Angers’de yapılan Loire vadisi şarapları fuarında görüştüğüm şarap üreticisi Chateau la Variere’in sahipleri Anne Beaujeu ve Jaques Beaujeu teruarın kendileri için olmazsa olmaz bir etken olduğunu söylemiş hatta Bayan Beaujeu, kocasının teruar olmadan yaşayamayacağını vurgulamıştı…

Peki bu kadar “ölüm kalım meselesi” olan teruar neye göre ve kime göre bu kadar “önemli ve olmazsa olmaz?” veya gerçekten de söylendiği kadar gerçek bir olgu mu yoksa aslında şarap dünyasının ağzında sakız ettiği bir “efsane” mi?
Jancis Robinson, TV’deki şarap eğitimi programında Fransızca olan “terroir” kelimesinin tam bir karşılığı olmadığını ve Fransızların bu terimi adeta bir “mantra” gibi algıladığını söyler(1). Uluslararası Bağcılık ve Şarap Örgütü (OIV) teruar teriminin “vitivinikültürel” bağlamda açıklamasını şöyle yapar :
“Teruar, tanımlanabilir fiziksel ve biyolojik çevre ile uygulanan vitivinikültürel uygulamalar arasındaki etkileşimler hakkında ortak bilgilerin geliştirildiği bir bölgeyi ve bu bölgeden çıkan ürünlerin ayırt edici özellikler sağlamasını ifade eder.”
“Teruar, aynı zamanda spesifik toprak, topografya, iklim, arazi özellikleri ve biyolojik çeşitlilikleri içerir.”(2)

Dikkat edilirse tanımın kendisi de kendi içinde yeteri kadar “kompleksite” içeriyor aslında… Bu noktada da bir anlamda teruar kavramı aslında tam da bu sebepten belki de tüm şarap dünyasında bir nevi mitolojik bir “efsane” haline geliyor belki de…
“Teruar” kavramının ve şaraba işlenişinin çıkış noktası Burgonya sayılsa da artık bu kavram Burgonya’yı veya Fransa’yı çoktan aşmış durumda ve ciddi anlamda satış/pazarlama açısından kullanılıyor. Eski dünya şarapçılığı zaten özellikle Burgonya’yı referans almayı geçmişten beri severdi (Barolo ve Rioja örneklerinde olduğu gibi) ancak artık Yeni Dünya şarapçılığının da tek bağ şarapları ve hatta bağ içindeki tek parsel veya bloklara kadar ilerlediğini ve bir anlamda o bağın veya parselin teruarını öne çıkararak satış ve pazarlama stratejileri geliştirdiklerini görüyoruz (Yeni Zelanda’dan Felton Road gibi).

Fransa’nın en etkili şarap insanlarından olan ve ünlü Bettane & Dessauve Şarap Rehberi’nin yaratıcılarından Michel Bettane’ın teruar üzerine düşüncelerine bir göz gezdirdiğimizde Bettane’ın teruarda “insan faktörünün” önemine dikkat çektiğini görüyoruz bir röportajında… Bettane şöyle diyor: “Teruar teriminin yanlış anlaşıldığını düşünüyorum ve bu iki sebepten oluyor. Bir taraftan bu konuda oldukça fazla ikiyüzlülük var, insanlar bireysel zafiyetlerini teruarın arkasına saklıyorlar. Üreticinin “şarabımı beğenmediniz mi? Halbuki bu teruarın tadının kendini ifade etmesi! Sizin anlamadığınız şey bu…” demesi aslında üreticinin vitikültürü yok ederek, insan olgusunu teruarın arkasına saklayarak teruarı her şeyin önüne sürmesi anlamına geliyor. Diğer taraftan ise, teruar teriminin kendisi toprağa yakınlaştığı ve tercüme edilemez olduğu için soyut bir şey olarak tanımlanır. Benim için teruar, bir bölgenin şaraplarının orijini ile tanımlanır. Bu, şarabın toprak, güneş ışığı, hava, su ve rekoltenin bazı özelliklerini içine alacak şekilde bağlardan geldiğini ifade eder… ve tabi bunu yaşayan insanı unutmadan! Tüm bu unsurların iyi bir birleşimi yoksa teruar da yoktur. “Teruar her şeydir, insan hiçbir şey…” diyenler hiçbir şeyden anlamıyorlardır. Doğru şekilde yetiştirilen bir bağdır teruar ve böylece kendisi daha fazla kompleks bir şeyler ifade edebilir. Üzümün içindeki tüm bilginin şaraba aktarılması şarap yapımcısının işidir. Bu yüzden de teruarda doğanın katkısı olduğu kadar insan işinin de katkısı vardır.” diye anlatıyor Bettane (3)…

Master of Wine Alex Hunt, “Rebellion and the meaning of terroir” isimli yazısında  teruar kavramına insan boyutunun yanı sıra “yerel kültürün” de eklenmesi gerektiğinin altını çiziyor. Teruar içine yerel etkileri, kültürleri ve bulunduğu coğrafyayı kapsayacak şekilde bir geniş anlam yüklüyor. Hunt, yerel kültür hem isteğe bağlı hem de değişkendir diyor. Tamamen geleneksel parametreler dahilinde çalışmayı seçebilir veya isyan da edebilirsiniz diyerek yerel uygulamalarda oluşan değişikliklerin jenerasyonlar arası bir zaman diliminde gerçekleştiğini ama jeolojik olarak oluşmadığını anlatıyor (4).

Alex Hunt’a göre insan etkisini teruardan ayırdığımızda ortada makro ve mikro etkiler var. Makro etki, bir nevi daha katı yani coğrafi olarak teruarın daha geniş anlamda olgunluk ve maksimum potansiyel kaliteye yüklediği stile bağlı sınırlamaları belirliyor. Mikro etkide ise daha çok şarabın karakterinin nihai ve özel detaylarından, aynı kişi tarafından aynı şekilde yapılan iki tek bağ şarabının arasındaki farklılıklardan da teruar sorumludur. Tıpkı Mersault Perrieres’in Mersault Charmes’dan farklı tada sahip olması gibi. İşte bu makro ve mikro etki arasında, ulaşılabilir olanın sınırları ve şarabın karakterinin en küçük nüansları arasında insan etkisi hüküm sürmektedir, der Hunt.
Teruar konusuna kendini adamış ve Burgonya Üniversitesi’nde özellikle bağcılık, şarap ve teruar üzerine dersler veren öğretim görevlisi ve araştırmacı yazar Jacky Rigaux, “Le réveil des terroirs” (teruarların uyanışı) isimli kitabının önsözünü yaşayan Burgonya efsanesi Aubert de Villaine yazmış. Villaine teruar kavramını geniş çerçevede şöyle açıklamış: “Öncelikle, teruar şarabı denilen şey, bir “climat”dan doğar (climat: Burgonya’da tek veya parsel bağlara verilen genel isim). Bu zevk ve yaşam sanatının kaynağıdır, fakat aynı zamanda daha çok kültür ve medeniyetin sembolü de olabilir. Dahası, Burgonya bölgesi bu tarz bağcılık modelini benimseyenlerin beşiğidir.”(5)

“Teruar” konseptinin beşiğinin Burgonya olduğunu kabul ettiğimizde, Burgonya’daki teruar mantığı ile bizim düşündüğümüz teruar mantığı arasında büyük farklılıklar olduğunu görürüz aslında. Hiyerarşik düzende işleyen bir apelasyon sisteminin yanında yüzyıllardır var olan bağ alanlarının kendi içinde ayrışması, sınıflandırılması ve doğa ile insanın o coğrafyada bütünleşmesinin bir sonucudur Burgonya’da “teruar”. Bu yüzdendir ki Burgonya’da bağlar parsel parsel adlandırılmış ve parseller veya bağlar el değiştirdiğinde bile bağın veya parselin adı hep aynı kalmıştır.
Jacky Rigaux, kitabında teruar şarabını açıklarken “teknik şarabın” veya “kitle şarabının”, “teruar şarabından” farkını şöyle açıklıyor :

“Teknik şarap”, bir yön verilerek yapılan, tüketicinin beklentilerine uygun olduğu düşünülen ve modern marka anlayışı ile dağıtılan bir lezzet seçimine göre hazırlanmış ve pazarlama teknikleriyle övülen bir şaraptır. Bu tür şaraplar “kitle tüketimini” hedef alan şaraplardır.
“Teruar şarabı”, çerçevesi ve özgünlüğü toprağın ve havanın meyvesi olan şaraptır. Bu tarz şaraplar “amatörlerin” şarabıdır.(6)

Teruar konusunu araştırırken Fransızların bağcılık ve şarap yapım tekniklerinin teruarla ilişkilendirmesine yönelik değerlendirmeleri de dikkat çekici aslında. Ülke şarapçılığımızda çok üstünde durulmayan ve çoğu zaman üstün körü olarak konuşulup öylesine geçiştirilen “teruar”ın gerekliliklerine ilişkin bakın Jacky Rigaux ne diyor:
“Toprak bağ dikimi için ne kadar elverişsiz olursa, üzüm o kadar az oranda optimum doğal fizyolojik olgunluğa erişebilir. Sonrasında Kaliforniya veya Avustralya’da olduğu gibi yapay yollardan araziyi zenginleştirmek, kimyasal gübre kullanmak, bağları sulamak gibi yollara başvurulur. Şaraphanede ayrıca önolojik olarak daha fazla müdaheleler yapılması gerekecektir: Ters Ozmoz veya Cyroextraction uygulamaları, kimyasal eklemeleri, endüstriyel maya kullanımı, endüstriyel tanen eklemeleri, mikro-oksijenasyon ve diğer dışarıdan yapılan teknik müdahaleler gibi…” (7)

Alice Feiring’in Fransizcaya çevrilmiş kitabı “La Bataille du Vin et de l’Amour”da (The Battle for wine and love) Syrah hakkında yazdığı hikayeler arasında bir başka “yaşayan efsane” Jean-Louis Chave’a yaptığı bir ziyarette J.L. Chave, teruar hakkında şöyle konuşuyor: “Bir yandan endüstriyel maya ekleyerek diğer yandan teruardan bahsedemeyiz.. ve yine klonları bir nursery’den alıp dikerek teruardan bahsedemeyiz…”(8)

Teruarın bağdan şarap yapımına uzanan hikayesinde toprak, bağ, üzüm, insan, hava, iklim ve doğayı içine alacak tüm faktörler üzerine daha nice yazılar, makaleler, kitaplar var… Ancak günün sonunda işin özetinde geçmişten günümüze oluşan kazanımlar ve doğanın kendisi teruarın en önemli bileşiklerini oluşturuyor belki de…

Bu yazıya enfes bir anekdotundan alıntı yaptığım, 2006 yılında kaybettiğimiz Burgonya’nın “filozof” bağcılarından Henri Jayer’e “şaraplarınızdaki bu karşılaştırılamaz kompleksite ve zerafet nereden geliyor?” diye sorduklarında Jayer’in cevabı “Aslında çok kolay, tüm bunları doğanın yapmasına izin verdim” olmuş (9)…

Teruar öyle bir konu ki tüm var olan konuşulan tezleri ve anti-tezleri sayfalar dolusu yazabilir üzerinde tartışabiliriz… Konuya kendi coğrafyamızdan ve şarap dünyamızdan baktığımızda teruar kavramını salt “toprak ve hava”yı baz alarak son derece basite indirgeyerek veya şarapların etiketinde iki kelime arasına sıkıştırarak bu olguyu geçiştiremeyiz ve içselleştiremeyiz diye düşünüyorum… Üzerinde daha çok çalışmamız, görmemiz, duymamız, okumamız, anlamamız ve tatmamız lazım…

Teruar romantizmi yapacak değilim ama UC Davis’ten Doug Adams’ın şu sözlerinin haklılık payını da vermek gerekir belki de: “Bilim işe koyulmadan önce fantastik şaraplar yapıyorduk…” (10)

Kaynakça:
1- http://academyofwinebusiness.com/wp-content/uploads/2014/07/CoO1_Lecat_Benoit.pdf
2- http://www.oiv.int/public/medias/379/viti-2010-1-en.pdf
3- http://vinsde-martinique.over-blog.com/article-19759708.html
4- https://www.jancisrobinson.com/articles/rebellion-and-the-meaning-of-terroir
5- Jacky Rigaux – Le Réveil des Terroirs / Défense et illustriation des “climats” de Bourgogne, s. 11, Editions de Bourgogne, 2010
6- Jacky Rigaux – Le Réveil des Terroirs / Défense et illustriation des “climats” de Bourgogne, s. 34, Editions de Bourgogne, 2010
7- Jacky Rigaux – Le Réveil des Terroirs / Défense et illustriation des “climats” de Bourgogne, s. 34-35, Editions de Bourgogne, 2010
8- Alice Feiring – La Bataille du vin et de l’amour/Comment j’ai sauvé le monde de la parkerisation, s. 68, Jean Paul Rocher, 2010
9- Jacky Rigaux – Le Réveil des Terroirs / Défense et illustriation des “climats” de Bourgogne, s. 110, Editions de Bourgogne, 2010
10- Alice Feiring – La Bataille du vin et de l’amour/Comment j’ai sauvé le monde de la parkerisation, s. 68, Jean Paul Rocher, 2010

Uncategorized, şarap dünyası içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Rhone Vadisi (6)… Cornas…

“Rustik ve güçlü bir Syrah…”

Tekrardan Rhone’nun karşı kıyısına geçiyoruz, yani sağ yakadayız ve biraz daha güneye iniyoruz. Bu kez toplamda sadece 145 hektar bağ alanına sahip olan, arazi olarak küçük ama şarap olarak büyük işler başaran Cornas’tayız…

Eski Kelt dilinde “yanmış toprak” anlamına gelen Cornas bağları adet bir amfitiyatro gibi güney / güneydoğu yamaçlı olarak dizilir. Bu şekilde kuzeyli rüzgarlardan da korunmuş olan bağlar Kuzey Rhone’daki diğer apelasyonlar gibi Romalılar’dan beri var olmakla birlikte buradan çıkan şaraplar özellikle Ortaçağ Fransız Kralları’nın da ilgisini çekmiştir.

Ortalama 125 m ila 400 m rakımda bulunan bağlar St Joseph ile St Peray apelasyonları arasına sıkışmıştır. 1938’de oluşan apelasyonda kurallar gereği sadece Syrah bulunur. Bu bölge artık Akdeniz ikliminin hissedildiği bir bölgedir ve diğer Kuzey Rhone apelasyonlarına göre buradaki Syrahlar genelde daha erken olgunlaşır.

Cornas bağlarında “gore” diye adlandırılan dekompozite granit yoğunlukta.. Kuzeyi ağırlıkla granit ve kireçtaşı iken, orta bölümde granit ve kil, daha güneyde ise granit ve kum ağırlıklı bir toprak yapısı görmekteyiz. Kimi bağlar tepelik noktada 45 dereceye varan eğimli arazilerden oluşurken nehir tarafına doğru vadi tabanındaki bağlar daha çok kil, kum barındırır. Aslında şaraplardaki kaliteyi de belki belli bir oranda bu bağların konumu da belirlemekte. Vadi tabanındaki bağlardan gelen şaraplar bilindik Cornas şaraplarının gücünden ve karakterinden biraz uzaktır.

Apelasyon kuralları gereği hektar başına minimum 4400 kök asma dikimi olma şartı bulunan Cornas’ta maksimum yük hektarda 7000 kg olarak karşımıza çıkıyor. Verim ise yine hektar balına 40 hl olarak alınmakta. Ortalama rekoltelerde toplam üretim ise yaklaşık 5236 hl olmakta.

Oldukça koyu renkli, güçlü, gövdeli, rüstik, topraksı karakterlere sahip şaraplar veren Cornas’ı tüm dünyaya tanıtan muhtemelen Robert Parker’ın bölgenin önemli üreticilerinden Domaine Alain Voge’un 2010 rekoltesi Les Vieilles Fontaines Cornas şarabına 100 tam puan vermesi olsa da durumu Fransa açısından ele alırsak esas adam Jean-Luc Colombo diyebiliriz aslında…

Bordeaux’da önoloji öğrenimi aldıktan sonra 80lerde karısı Anne ile birlikte Cornas’a gelip yerleşen Colombo bölgedeki diğer üreticilere danışmanlık vermeye başlamış ve aynı zamanda 1986’da ilk bağlarını kurmuş. Bir yandan bölgede devrim niteliğinde sayılan bazı teknik uygularken diğer yandan daha geleneksel bağcılar tarafından eleştiri toplarının hedefi olan Colombo buna rağmen danışmanlık verdiği şaraphanelerinin sayısını da artırmayı başarmış. Devrim niteliğinde görülen uygulamalar arasında salkımların saplarını tamamen ayırma, fıçıda malolaktik fermantasyon, daha fazla yeni meşe fıçı uygulamaları var… Bölgenin Michel Rolland’ı sayılan Colombo kendine Cornas’ta ilk bağını seçerken özellikle eski bağlara odaklanmış ve  “Les Ruchets” adındaki bağ alanında 80 – 90 yıllık “Francs de Pieds” (Amerikan anaçlara aşılanmamış) bağlar bularak burayı satın almış…

Colombo ile yapılmış çok güzel bir röportaj var youtube’da… Bakmanızı öneririm:

20170525_113047Rhone Vadisi gezisi sırasında tattığım Cornas’lardan aklımda kalan 2 önemli şarap oldu. Bunlardan ilki Chapoutier’nin 2014 Les Arenes’i… “Gore” yani dekompozite granit ile killi-kalkerli alüvyonal topraklardan gelen bir Syrah. 14-16 ay kadar %80i meşe fıçı, %20si beton küvlerde olgunlaşmış. Derin koyu bir renkteki şarap siyah zeytin, siyah orman meyveleri, vişne, bibersi notalar ile güzel bir aroma profiline sahipti. Yoğun ve sıkı tanenler, güçlü, mineralsi bir damakla bütünleşmiş. Klasik rüstik Cornas stilini hemen hissedebileceğiniz bir şarap…

İkinci şarap ise Ferraton Pere & Fils’te tattığım ve Cornas’taki “Patou” bağ parselinden gelen 2011 “Patou” oldu. 80 yıllık asmalardan elde edilen şarap müthiş kompleks yapısıyla ön plana çıktı. Daha topraksı, deri, animal tonlara, orman tabanı, mantar, biber ve olgun siyah meyve aromaları eşlik ediyordu. Damakta oldukça canlı ve baharatsı bir damak entegre tanenlerle bütünleşmişti. Uzun baharatsı bitimi güzel bir Cornas örneğinin yıllandıkça nasıl daha da güzelleşebileceği hakkında keyifli bir fikir veriyordu…

Bu arada diğer önemli Cornas üreticilerinden de bahsetmeden geçmeyelim; Thierry20170525_123610 Allemand, August Clape, Alain Voge, Vincent Paris, Domaine du Coulet (Matthieu Barret) Cornas’ı Cornas yapan değerlerden… Son yaptığım gezide özellikle içimde kalan olaylardan biri Domaine du Coulet’ye uğrayacakken son dakikada şaraphanenin sahibi ve winemaker Matthieu Barret’nin işinin çıkması dolayısıyla ziyaretimizin iptal edilmesi olmuştu… Artık bir dahaki sefere diyelim…

Cornas ile birlikte Fransızların “Rhone Septentrional” olarak da adlandırdığı “Kuzey Rhone” bölgesi yazılarının sonuna geldik… Bundan sonra rotayı daha da güneye Akdeniz’e doğru çevireceğiz ve Güney Rhone’a yani “Rhone Meridional”e gideceğiz…Önce birbirine çok yakın bölgeler olmasına rağmen çok farklı karakterlerde şaraplar üreten 3 bölgeyi “Gigondas”, “Vacqueyras” ve “Beaumes de Venise”i ele alacağız… Sonrasında ise bölgenin yıldızı “Chateauneuf du Pape”a uğrayacağız… Daha sonra Rhone’nun karşı kıyısına geçip “Lirac” ve “Tavel”e konuk olduktan sonra Güney Rhone’daki en sevdiğim üreticilerden “Domaine de Fondreche” özelinde “Ventoux Dağı” eteklerine çıkacağız…

Güney Rhone’da buluşmak üzere…

Cornas, Fransa, Fransız şarapları, Rhone, Shiraz/Syrah, Uncategorized, şarap dünyası, şarap gezileri, şarap turizmi içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Rhone Vadisi (5)… Crozes-Hermitage…

“Kuzey Rhone’nun en büyük apelasyonu… Zarafet ile işlenmiş bağlar… ”

Rhone Nehri’nin sol yakasında 45. Paralel üzerindeyiz… Toplamda 11 kasabanın dahil olduğu “Crozes-Hermitage” adını her ne kadar “Crozes-Hermitage” kasabasından alsa da kuzeyde Serves Sur Rhone’dan güneyde Rhone’nun büyük kollarından biri olan Isere nehrine 20 km kadar uzanan yaklaşık 1500 hektarlık bağ arazisini kapsamakta…

Benim Kuzey Rhone apelasyonları arasında başta beyazları olmak üzere fiyat-kalite açısından çoğu zaman en çok tercih ettiğim bölge olan Crozes-Hermitage’da toprak yapısı Hermitage ile kıyaslandığında daha az granit daha çok kil olarak adlandırılabilir. Burada özellikle Larnage kasabasına ait bağlardan ki zaten bir bölümü Hermitage apelasyonuna da ait, en sıkı şarapların geldiğini görüyoruz. Larnage civarında kireçtaşı ve granit kaya tabakalarının etkisinin bu zarif ve daha sıkı dokulu şaraplara etkisi vardır hiç kuşkusuz.

Crozes-Hermitage’da hem kırmızı hem beyaz şaraplara izin veriliyor. Kırmızıda tabi ki

Syrah, beyazda ise Marsanne ve Roussanne klasik ikili olarak karşımıza çıkıyor. Daha önce St Joseph’te de bahsettiğim gibi özellikle böyle geniş apelasyonlarda iklim açısından farklılıklar oluşabiliyor ki aynı şey Crozes Hermitage için de geçerli. Bölgenin kuzeyinde özellikle kuzeyli rüzgarların da etkisi hissedilmekte. Burada daha serin hatta biraz daha nemli bir hava var. Bu bölgedeki kayalık araziler hem soğuğu hem de nemi tutuyor. Bölgenin doğusu ve güneyi ise bir yandan Akdeniz ikliminden nasibini alırken, diğer yandan da Mistral rüzgarının etkisinde de kalarak daha kuru bir havaya sahip oluyor.

Ortalama rekoltelerde yaklaşık 60 bin hektolitre üretim hacmine sahip Crozes Hermitage’da üretimin %92si kırmızı %8i ise beyaz olarak karşımıza çıkmakta. Kırmızı şaraplarda minimum %85 Syrah kullanılması gerekli ancak üreticilerin tamamına yakını çoğunlukla %100 Syrah olarak üretiyor kırmızıları. Hektar başına minimum 4000 asmanın dikilmesinin zorunlu olduğu Crozes Hermitage’da yine hektar başına ortalama 40 hl verim alınıyor. Bölgede üretilen şarabın %35i ihraç ediliyor ki bu da ortalamada 3 şaraptan biri demek…

 

20170525_092315Son yaptığım Rhone Vadisi gezisi sırasında Larnage bölgesinde ziyaret ettiğim bölgenin önemli üreticilerinden Domaine Belle hem Crozes Hermitage hem de Hermitage üreticisi. Crozes Hermitage beyaz olarak tattığım “Les Terres Blanches” aslında Fransızca adından da anlaşılacağı üzere “Beyaz Topraklardan” yani beyaz kilde dikili bağlardan geliyor (verim 40 hl/he). %70 Marsanne ve %30 Roussanne içeren şarapta 10 ay kadar %20 yeni %50 eski fıçı kullanılmış. Oldukça çekici floral aromalara armut, nektarin, bal aromaları eşlik ediyor. Gövdeli ve yağlımsı bir damak orta asidite ile bütünleşmiş. Mineralsi uzun sayılabilecek bir bitimi var. Aynı üreticide tattığım bir diğer Crozes Hermitage beyazı olan “Roche Blanche” 2015 rekoltesi ise çok daha düşük verimin hektarda 28 hektolitrenin bir ürünü. Larnage’a özgü kireçli toprakların hakim olduğu 70-80 yıllık %100 Marsanne bağlarından gelen bir şarap. 12 ay kadar %25 yeni, %40 1 yıllık ve %35 2 yıllık meşe fıçılarda olgunlaştırılmış. Kompleks, mineral, isli yapısının yanında olgun sarı meyveler, çiçeksi, bal aromalarının damakta zengin, yağlımsı ve dolgun bir gövdeyle buluştuğu uzun bitimli enfes bir Marsanne örneği diyebilirim.

Domaine Belle’deki Crozes Hermitage kırmızılarına gelince iş biraz değişiyor tabi ki… 20170525_093555Yukarıda da yazdığım gibi %100 Syrah uygulaması yapan üreticilerden olan Domaine Belle’in Crozes Hermitage Les Pierrelles 2015 rekoltesi Larnage’ın güneyindeki Mercurol ve daha da güneydeki Pont d’Isere bölgelerindeki bağlardan gelen Syrah’lardan yapılmış. Bu bağlar Larnage’a göre biraz daha kozmopolit yapıda çakıllı, kumlu, kırmızı killi topraklara sahip. Hektar başına yaklaşık 40 hl verim var. 14 ay boyunca 2 ila 5 yıllık eski fıçılarda olgunlaştırılmış şarap menekşe, kırmızı ve siyah meyveler ile baharatsı aromaların bir bütünü olmakla birlikte bana biraz aslında çoğu Crozes Hermitage’larda gördüğümüz üzere daha düz bir yapıda, derinliği zayıf, tanen ve gövde açısından daha çok ortaya yakın ve orta üstü asiditeye sahip bir şarap olarak karşımıza çıktı.

20170525_093959Bunun yanında aslında üreticinin esas Crozes Hermitage kırmızısı “Cuvée Louis Belle” ise 2013 rekoltesinde bize çok keyifli anlar yaşattı diyebilirim. Larnage ve Crozes Hermitage kasabalarındaki killi ve kireçtaşlı bağlardan gelen bu güzel Syrah, yaklaşık 20 ay %15i yeni meşe fıçılarda olgunlaştırılmış. Yoğun tatlı baharatlar, siyah meyveler, tütün, füme tonlar, vanilya, karanfil, hafif kavrulmuş kahve aromaları… yeterince saydım sanırım… Kör tadımda bazı Hermitage’ları alaşağı edebilecek yapıda, daha güçlü ama yuvarlak tanenlere, yoğun gövdeye ve katmanlı bir yapıya sahip baharatsı uzun bitimiyle etkileyici bir şarap… İyi bir Crozes Hermitage kırmızısı için enfes bir örnek…

Ama daha da iyisi en son tattığımız “Roche Pierre” 2013 rekoltesi oldu diyebilirim…20170525_094037 Bağlar yine Larnage ve Crozes Hermitage kasabalarından ama bu kez granit ağırlıklı topraklardan geliyor. İşin içine bir yandan “granit” girerken diğer yandan da verim hektar başına 25 hektolitreye düşünce olay değişiyor tabi. Ayrıca bu kez 24 ay fıçı var ki bunun %30u yeni, %40ı 1 yıllık ve %30u 2 yıllık eski fıçılarda olgunlaştırma… Aroma profilinde bu kez mineralsi ve topraksı notalar da eklenirken ben en çok damaktaki fresh ve akıcı yapıya vuruluyorum. Yuvarlak zarif tanenler, akıcı, zengin ve katmanlı bir damakta bütünleşmiş uzun bitime kadar süren baharatsılık damağı tamamen kaplıyor… Üreticinin sadece en iyi yıllarda ürettiği bu son iki kırmızı Crozes Hermitage aslında bu apelasyondan çok çok iyi Syrah’ların çıkabildiğinin en güzel örnekleri aslında… Kaldı ki gezi sırasında daha önceki yazılarımda da bahsettiğim Ferraton, Pierre Gaillard ve Chapoutier’de de gerek beyaz gerekse de kırmızı Crozes Hermitage örnekleri tattım ancak hiçbirini Domaine Belle’deki deneyimlerim kadar üst seviyede bulmadım…

20170525_115911Kuzey Rhone’da sol yaka apelasyonlarını tamamladık… Sağ yakada iki apelasyonumuz kaldı; Cornas ve Saint Peray… Bunlardan Saint Peray Rhone Vadisi’nin “köpüklü” apelasyonu aslında… Sadece Marsanne ve Roussane üzümlerinden yapılan beyazların ve esas olarak da köpüklü şarapların bölgesi burası… Beyazlar diğer apelasyonlara göre daha az keyifli bana göre ancak granit toprakların hakim olduğu bu apelasyonda güzel bir mineralsi yapı hissediliyor… Bunun yanında şampanya metodu ile yapılan köpüklü şaraplar 1829’dan beri yapılıyor ve böylece Marsanne ve Roussane ikilisi farklı bir stilde bir araya geliyor.

Saint Peray’in komşusu Cornas’ta ise durum bambaşka… O da bir sonraki yazının konusu olacak…

 

Crozes-Hermitage, Fransa, Fransız şarapları, gastroturizm, Marsanne, Rhone, Roussanne, Shiraz/Syrah, Uncategorized, Şarap Turları, şarap dünyası, şarap gezileri, şarap turizmi içinde yayınlandı | Yorum bırakın

2017 Bağbozumu Turları

2017 Bağbozumu zamanı Piano Piano Tur ile beraber dünyanın önemli bağlarına yolculuklar gerçekleştireceğiz.

Bu turların ilkinde 31 Ağustos – 3 Eylül Tarihlerinde Toscana‘da olacağız. 3 gece 4 gün olacak turda Siena’da konaklayıp, Brunello di Montalcino’dan Vino Nobile di Montepulciano’ya, Super Tuscan şaraplardan Chianti Classico’ya uzanan en önemli bağları ve üreticileri gezecek, bölgeye has yerel lezzetleri keşfedeceğiz. San Gimignano’da Poggio Alloro, Bolgheri’de efsanevi Ornellaia, Brunello di Montalcino’nun önde gelen üreticilerinden Castiglion del Bosco, Montepulciano’da Taloso ve Chianti’de bir başka efsane Antinori şaraphaneleri gezeceğimiz yerler arasında.

30 Eylül – 4 Ekim tarihlerinde ise yine İtalya’dayız ancak bu kez kralların şarabı olarak bilinen Barolo’nun bölgesi Piemonte‘yi gezeceğiz. 1 gece Torino’da ve 3 gece Alba’da konaklayacağımız turumuzda Barolo’da Cordero di Montezemolo ve Marchesi di Barolo, Barbaresco’da Marchesi di Gresy, Roero’da Cascina Chicco’yu gezip bölgeye has şarapları tadacağız. Ayrıca slow food’un başkenti Polenzo’daki Şarap Bankası’nda (Banca del Vino) özel bir İtalyan şarapları tadım etkinliği bizleri bekliyor olacak. Gezimizde bölgenin en güzel şehirlerinden Bra’ya da uğrayıp Slow Food restoranında gastronomik keşiflere çıkacağız.

Son bağbozumu turumuz ise 18 – 22 Ekim tarihleri arasında dünyanın şarap başkenti Bordeaux‘ya olacak. Geçen seneki turun bir benzeri niteliğinde gerçekleşecek olan turumuzda uçaktan indiğimiz saatten geri bineceğimiz saate kadar şarapla vakit geçireceğimiz bir tur olacak. Bordeaux merkezindeki Max Bordeaux Şarap Galerisinde özel Bordeaux tadımı ile başlayacağımız tura, Margaux’da Chateau Lascombes ve St Estephe’te Cos d’Estournel’i gezeceğiz. Özellikle Cos d’Estournel gezisinin şarapseverler adına unutulmaz anlar yaşatacağına inanıyorum zira bu muhteşem şatoda özel bir Cos d’Estournel dikey tadımı da bizleri bekliyor olacak. Dünya’nın belki de en güzel şarap köyü St Emilion’un efsane üreticilerinden Chateau La Gaffeliere’i gezecek, Sauternes’de Chateau Guiraud’nun muhteşem tatlı şaraplarını, Pessac Leognan’da ise Chateau Carbonnieux’nun beyazlarını keşfedeceğiz.

Tüm bu turlar hakkında detaylı bilgi almak ve kayıt yaptırmak için www.pianotur.com adresini ziyaret edebilirsiniz…

Ayrıca yine detaylı bilgi için bana mmumcuoglu@yahoo.com adresinden de ulaşabilirsiniz…

Bordeaux, Fransa, Fransız şarapları, Piemonte, Toscana, Uncategorized, Şarap Turları, şarap gezileri, şarap turizmi, İtalya, İtalyan şarapları içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Rhone Vadisi (4)… Hermitage…

“It was the manliest French wine I ever drank” George Saintsbury (1886 yılında içtiği bir 1846 rekoltesi kırmızı Hermitage üzerine…)

Biz şarapseverler bazı özel bağlara “kutsal topraklar” deriz… Zira bu bağlar insanı başka başka hayallere sürükleyen, şarabın neden bu kadar özel ve güzel bir içki olduğunu hatırlatan kutsanmış şarapların çıktığı yerlerdir… İşte Rhone Nehri’ne tüm heybetiyle yukarıdan bakan Hermitage bağları da hiç şüphesiz şarap dünyasının kutsal topraklarındandır…

20170525_102632

Muhteşem Hermitage manzarası…

 

Derler ki, 1224 yılında Haçlı Seferleri’nin kan dolu ortamından yurduna dönen bir şövalye, Gaspard de Sterimberg, kendine huzur dolu sakin bir ortam ararken Rhone Vadisi’ne yukarıdan bakan muhteşem manzaralı bir tepe bulmuş ve buraya bir şapel yapıp yerleşerek bir keşiş (Ermite) hayatı yaşamış… İşte sonradan adı Hermitage olarak değişen bu tepe ve ünlü “La Chapelle” de böylece doğmuş…

Şurası bir gerçek ki, ortada bir şövalye hikayesi olmasına rağmen burası çok eski zamanlardan, Antik Yunan ve Roma uygarlıklarından beri dünyanın en iyi bağ alanlarından birine ev sahipliği yapıyor aslında.  Her yönüyle mükemmel bir harmoninin ürünü olan Hermitage tepesi başlı başına bir “case study” olarak ele alınabilir belki de…

hermitage 2

Hermitage bağları… http://www.tenzingws.com/blog/2016/1/22/the-hermitage-hill-and-all-of-its-lieux-dits

Kuzey Rhone’da nehrin doğusunda yani sol yakada yer alan ender apelasyonlardan olan, kuzeyli rüzgarlardan korunan ve güneye “Akdeniz’e” doğru bakan yamaçlarıyla güneşlenme açısından en iyi konumda bulunan, en yüksek noktası deniz seviyesinden 344 metre olan ağırlıkla granit bazlı bir toprak yapısı üzerine kurulmuş toplamda 136 hektarlık bir bağ alanı burası. Bu bağ arazisinin tamamı Crozes-Hermitage, Larnage ve Tain-l’Hermitage köylerindeki 3 ana tepede yer alıyor. 1936’da kurulan Hermitage apelasyonunda hem kırmızı hem beyaz şaraplar yapılıyor. Kırmızı şarap yapımında Syrah, beyaz şarap yapımında ise Marsanne ve Roussanne kullanılıyor. Normalde apelasyon kuralları Syrah’ya maksimum %15 oranında Marsanne ve Roussanne katılmasına izin verse de çoğu üretici bunu uygulamıyor ve kırmızıları %100 Syrah’dan yapıyorlar. Apelasyon kuralları gereği hektar başına asma dikim yoğunluğu 6000 asma olan apelasyonda hektar başına her bir parselde maksimum yük 6500 kg alınmış. Aslında dikim yoğunluğu özellikle dik yamaçlarda çok daha sık, hektar başına 10.000 asmaya (1m x 1m) kadar çıkmakta.  Verim ise her ne kadar apelasyon kurallarında hektar başına 40 hektolitre yazsa da bu aslında ortalamalarda 25-30 hektolitrelere kadar düşmekte. Şarapların %76sı kırmızı ve %24ü beyaz olarak üretilmekte. Ortalama bir rekoltede 3640 hl kadar şarap üretilen Hermitage’da üretilen şarapların %30u ihraç edilmekte.

20170525_103510

Granit ağırlıklı bağ arazisi…

Hermitage’da Fransızların “lieu-dits” veya “climat” olarak adlandırdıkları “bağ alanları” mevcut. Bu bağların batı tarafında tamamen granit üzerine kurulu olan “Les Bessards” bağı yer alıyor. En dik ve en kayalık bağlar bu bölgede olmakla beraber buradan çıkan Syrah’lar çoğunlukla en güçlü, en zengin ve en konsantre şaraplar olarak tanımlanmakta. Muhtemelen bunun en iyi örneklerinden birini Chapoutier’nin “Le Pavillon” olarak etiketlediği ünlü şarabında görmekteyiz. İstanbul’da 2012 senesinde yapılan Master of Wine etkinliği sırasında, sunumu Tim Atkin MW tarafından gerçekleştirilen Syrah masterclass’ında tattığım ve Parker’ın 100 puan verdiği Chapoutier’nin 2003 Ermitage “Le Pavillon”undaki yoğun, kompleks, “savoury” ve derinliği olan katmanlı yapı halen dün gibi aklımda. En az Chapoutier’nin Le Pavillon’u kadar derinliği ve kompleksitesi olan şaraplar üreten bir başka büyük ve hatta gerçek bir efsane üretici Jean Louis Chave’ın, arasında Cuvée Cathelin’in de bulunduğu bazı Hermitage’ları da yine Les Bessards bağından gelmekte. Yine Jaboulet de ünlü “La Chapelle” şarabı için bir miktar üzümü de bu bağdan kullanıyor. Bu arada buradaki bağların ortalama 65 yıllık yaşlı bağlar olduğunu da göz ardı etmemek gerekli elbette.

20170525_102525

Chapoutier’nin biodinamik “L’Hermite” bağı

Les Bessards’ın bulunduğu tepenin yukarısına doğru çıktığımızda efsane bağlardan La Chapelle ve hemen sonra biraz daha yukarıda L’Hermite karşımıza çıkmakta. Bu bağları ziyaret ederken karşınıza çıkan manzara karşısında tabiri caizse insanın “nefesinin kesilmesi” ziyadesiyle normal karşılanan bir durum…

20170525_102814

La Chapelle ve “Les Bessards” bağı, aşağıda Tain-l’Hermitage kasabası ve hemen arkasında “Les Greffieux” bağı

İlginç olan konulardan birisi La Chapelle bağlarına adını veren ve günümüzde St. Christopher şapeli olarak adlandırılan şapelin bugünkü sahibi ünlü Jaboulet ailesi olmasına rağmen buradaki bağların sahibi ise Jaboulet’nin en büyük rakibi sayılan Chapoutier ailesi… Jaboulet’nin ünlü “La Chapelle” şarabı aslında isim hakkı alınmış bir etiket ismi olarak karşımıza çıkıyor ve şaraba konu olan üzümler Hermitage’ın Les Bessards, Le Meal, Greffieux ve Roucoules bağlarından geliyor.

20170525_124732Hermitage’ın bir diğer ünlü bağı olan “Le Meal”, Les Bessards bağının hemen doğusunda yer alıyor. Burası aslında Tain l’Hermitage kasabasından bakıldığında esas görünen bağ arazisi de denilebilir. Burası granitin yanı sıra kireçtaşı, quartz kayalıklarının ve arada kumlu killi toprakların da bulunduğu bir bağ alanı. Ağırlıkla Syrah’nın dikili olduğu Le Meal’de Chapoutier’nin Marsanne bağı da bulunmakta ve buradan beyaz Hermitage yapıyor. Genel olarak diğer bağ alanlarına göre daha sıcak bir mikroklimaya sahip bir bağ alanı olan Le Meal, Jaboulet’nin “La Chapelle” şarabının da belkemiğini oluşturuyor. Açıkçası Le Meal hakkında bu satırları yazarken şu an gözlerim doluyor zira son yaptığım Rhone gezisinde gezdiğim üreticilerden Ferraton Pere & Fils’ten aldığım 2006 Le Meal şişesi dönüş yolunda kırılmış, bavulu saran muhteşem şarap kokusu bir yana ellerimle kırılmış şişeyi çöpe atışım dün gibi aklımda… Neyse ki bana göre yüzyılın icadı sayılabilecek Coravin sayesinde üreticide bu şarabı tatma fırsatı bulmuştum da kendimi bu şekilde teselli edebildim… Ferraton’un 2006 Le Méal’i burunda oldukça kompleks denilebilecek, animal, tütsü, karabiber, meyankökü, siyah meyvelere sahip, damakta ise oldukça canlı, akıcı kıvamda, gayet yuvarlak ve derinliği olan bir şaraptı. İyi bir konsantrasyonun yanında mineralsi ve baharatsı uzun bir bitimi vardı… ama şişe kırıldı… ☹

20170525_103528

Orta alanda “Le Meal” bağı aşağıya doğru uzanıyor…

Hermitage tepesine ana yoldan çıkıldığında La Chapelle’e inmeden önce tepede ilk karşımıza çıkan yine granit ağırlıklı kayaların üzerine oturmuş bir bağ olan L’Hermite’de Chapoutier biodinamik bağcılık yaparken, aynı bağda Chave’ın da hem kırmızı hem beyaz üzümleri yer almakta…

Le Meal’in hemen altındaki Les Greffieux bağı bir bakıma Le Meal’İn devamı gibi kireçtaşı ağırlıklı demir ve kum içerikli bir toprak yapısına sahip. Ağırlıkla Syrah’nın dikili olduğu ancak beyaz üzümlerin de (Roussanne – Marsanne) yer aldığı bir bağ burası.

20170525_122913Yukarıda belirttiğim bağlar dışında kalan bağ alanlarından “Les Roucoules” kumlu ve kireçtaşlı toprak yapısıyla Chave’ın beyazlarının esas temelini oluştururken, en doğuda nispeten daha düz bir arazide yer alan “Les Diognieres” bağında yine ağrılıkla Syrah dikili. Ferraton’da tattığım 2012 Ermitage Les Dionnieres  yuvarlak, entegre tanen yapısına sahip, canlı yapıda, topraksı ve baharatsı tarafının daha baskın olduğu güçlü bir şaraptı.

Chapoutier ziyaretim sırasında tattığım ve yukarıda yazdığım bağlardan Les Bessards, Le Meal ve Les Greffieux bağlarından gelen Syrah’ların bir blendi olan Chapoutier “Monier de la Sizeranne” 2012 rekoltesi yoğun siyah ve kırmızı meyve aromalarının yanı sıra, katran, meyankökü ve baharatsı aromalarının yoğun olarak hissedildiği, damakta müthiş bir atağa sahip ve o klasik derinliği olan katmanlı Hermitage şarabının çok çok güzel bir örneğiydi… Ferraton’da tattığım bir başka “bağ blendi” şarap olan Hermitage Les Miaux 2012 ise Les Dionnieres ve Le Meal bağlarından gelen Syrah’ların blendi. Son derece konsantre ve dolgun, yuvarlak ve bir o kadar da zarif yapıya sahip bir Hermitage örneği olarak hafızalarımda yer aldı.

20170525_113456

Bu arada Cote-Rotie’nin hakimi Guigal de Hermitage’da bu yukarıda yazdığım bağalanlarında bazı parselleri almayı ihmal etmemiş tabi. Guigal’in ünlü kırmızı Ex Voto’sunu oluşturan üzümler Les Bessards, Les Greffieux, Murets ve Hermite bağlarından geliyor. Beyaz Ex Voto ise Murets ve Hermite bağlarından gelen %90 Marsanne ve %10 Roussanne içeriğine sahip.

Beyaz demişken Chapoutier’nin “beyaz Hermitage’a giriş” niteliğinde yaptığı “Chante Alouette”in 2015 rekoltesini şaraphanede tadarken %100 Marsanne içerikli bu şarabın neresinin “giriş” olduğunu da düşünüp durdum hep… Le Meal, Murets ve yukarıda yazmadığım Le Meal’in hemen üzerinde yer alan ve şaraba adını veren Chante Alouette bağlarının bir blendi olan bu Marsanne armut, ayva, bal, çiçeksi aromalara fındıksı, mineralsi ve hafif baharatsı nüansların eklendiği damakta oldukça dolgun, yağlımsı, zarif ve uzun bitimi olan enfes bir şaraptı… Thomas Jefferson’ın şampanyanın yanında beyaz Hermitage’ı Fransa’nın en iyi beyaz şarabı olarak nitelendirmesi boşuna değil elbet…

20170525_094530Yine Rhone gezisi sırasında ziyaret ettiğim Domaine Belle’de tattığım 2014 beyaz Hermitage ise Peleat bağlarından gelen %60 Marsanne ve %40 Roussanne içerikli bir şarap. Ağırlıkla kireçtaşı, kum ve çakıl içerikli bir bağ burası. %75’i yeni fıçı olmak üzere 20 ay meşe fıçıda beklemiş bir beyaz bu ve ortada fıçıdan eserin olmadığı, oldukça zengin, canlı, kompleks, damakta dolgun ve yağlımsı yapının yanı sıra sarı meyveler, narenciye, hanımeli ve hafif tropik meyve aromalarının bal ve kavrulmuş fındık notlarıyla bütünleştiği mineralsi niteliği olan uzun bitimli müthiş bir şaraptı…

Tıpkı daha önce yazdığım Cote-Rotie gibi Hermitage’daki dik yamaç bağcılığı işçilik açısından oldukça zor ve ciddi emek isteyen bir durum oluşturuyor. Burada organik ve biodinamik bağcılık uygulamaları mevcut. Bu arada biodinamik bağcılığı sadece Chapoutier’nin uyguladığını da belirtmek gerekli. Buradaki bağcılık yönetimi tıpkı Kuzey Rhone’daki diğer yamaç bağları gibi yere çakılmış kazıklara bağlanmış goblet stil bağcılık aslında.

Hermitage şarapları pahalıdır elbet ama İngilizce tabiriyle “a life time experience”20170525_112128 durumu sunabilecek efsanevi şaraplar çıkar buradan… İngiliz yazar ve tarihçi, aynı zamanda şarap meraklısı George Sainstbury’nin dediği gibi “erkeksi” şarap demem biraz zor, zira ben bu hakkımı Cornas’tan yana kullanırım, ama illa ki tek bir kelime ile bir tanımlama yapacaksam Sideways’teki çapkın karakter Jack’in dediği gibi “derin” tabiri benim için daha güzel bir tanımlama olur…

Chapoutier, Chave, Fransa, Fransız şarapları, Hermitage, Jaboulet, Marsanne, Rhone, Robert Parker, Roussanne, Shiraz/Syrah, Tadım Notları, Uncategorized, şarap dünyası, şarap turizmi içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Rhone Vadisi (3)… Saint Joseph…

“I like on the table,
when we’re speaking,
the light of a bottle
of intelligent wine.” Pablo Neruda

20170525_164141

Malleval’da Domaine Pierre Gaillard Saint Joseph – Roussanne Bağları

Condrieu’den 7 km daha güneye doğru iniyor ve Chavanay’e varıyoruz. Bundan sonrası yaklaşık 48 km güneydeki kadar Saint Joseph toprakları. Aradaki bazı köylerde yine Condrieu apelasyonuna ait bağlar da var ancak Saint Joseph apelasyonu ince uzun bir şekilde Rhone’nun sağ yakasında kıvrılarak Guilherand-Granges’a kadar iniyor. Bana coğrafi şekliyle hafiften Şili’yi anımsatan Saint Joseph’te hem kırmızı hem de beyaz şaraplar apelasyon kuralları çerçevesinde yapılıyor. Kırmızı şaraplar Syrah’dan yapılırken, beyazlarda artık Marsanne ve Roussanne ikilisi ile konuşmaya başlıyoruz…

Adını Tournon köyüne yakın bir bağ alanından alan ve uzun yıllar Kuzey Rhone’nun en önemli apelasyonları sayılan Hermitage, Cote-Rotie ve Cornas’ın gölgesinde kalmış olan Saint Joseph’in muhtemelen en önemli tanıtım faaliyetini Victor Hugo “Sefiller”de yazarak yapmış. Sonrasında 1956’da da bu bölge için ayrı bir apelasyon oluşturulmuş. Toplamda 1211 hektarlık bağ alanı üzerinde kurulu olan Saint Joseph’te yıllık üretim 40bin hektolitre olmakla birlikte bu üretimin %91’i kırmızı ve %9u beyaz şaraplardan oluşuyor. Bu hakiyle de Kuzey Rhone’nun en büyük apelasyonu aslında… Üretimin yaklaşık %12lik bölümü de ihraç ediliyor. Ortalama rekoltelerde verim hektar başına 33 hektolitre olarak karşımıza çıkmakta.

20170525_112356Orijinal olarak ilk apelasyon köyleri olan Glun, Lemps, Mauves, St Jean de Muzols, Tournon ve Vion köyleri birçok uzmana göre en iyi bağların olduğu ve en iyi şarapların çıktığı yerler. Bunda tabi ki Kuzey Rhone’nun granit toprak yapısının özellikle bu bölgelerdeki eğimli bağlarda bulunmasının etkisi büyük. Büyük bir apelasyon olduğu için hele ki kuzey-güney aksında var olduğundan gerek toprak yapısındaki çeşitlilikte, gerekse de üzümlerin toplanma zamanında değişiklikler görülüyor Saint Joseph’te. İklim açısından kuzey bölgesi hafif karasal iklim özelliklerini taşırken güneye doğru indikçe artık Akdeniz iklimine hafiften bir geçiş de görüyoruz. Özellikle güney bölgeler, ki buna muhtemelen Hermitage’ın karşı kıyısındaki Tournon’u özellikle belirtmek gerekir, teruarı en iyi yansıtan bölgeler olarak karşımıza çıkmakta.

Saint Joseph’teki bu geniş apelasyon birçok kez şişeden şişeye de farklılıklar çıkmasına20170525_120239 yol açmıyor değil aslında. Tüketici gözünde -ki buna ben de dahilim- Saint Joseph şaraplarının o her zamanki bol meyve patlamalı, daha hafifçe sayılan gövde yapısı, zarif ve feminen stili bazı üreticilerde tam tersi sonuçlar da verebiliyor veya bazen daha sıradan şaraplar da çıkabiliyor. Bu anlamda bu kafa karışıklığını gidermek için Robert Parker örneğin “Wines of the Rhone Valley” kitabında Burgonya stilinde olduğu gibi iyi bağların öne çıkacak şekilde bir apelasyon sistemi geliştirilmesini önermiş.

Apelasyon kuralları gereği hektar başına minimum 4500 asmanın dikildiği bölgede hektar başına asma yükü 7500 kg olarak belirtilmiş. Burada ilginç olan konulardan biri tıpkı Cote-Rotie’de olduğu gibi Saint Joseph’te de Syrah’ya “co-fermantasyon” yoluyla beyaz üzümlerin (Marsanne ve Roussanne) katılması serbest bırakılmış. Kırmızı şarap yapımında kullanılan beyaz üzüm oranı maksimum %10 bu arada.

20170525_152720Saint Joseph beyazları (Marsanne – Roussanne) çoğunlukla orta gövdeli, nektarin, kayısı gibi stonefruit aromalarına oldukça güzel floral aromaların eklendiği (özellikle yıllandıkça Marsanne’dan gelen), yağlımsı karakterde ve genelde orta asiditeye sahip şaraplar oluyorlar. Bazı üreticiler üzümleri monosepaj olarak da işliyor. Bölgedeki ziyaretlerimde her iki haliyle de tadımlar yaptım farklı üreticilerde, gördüğüm şu ki, Marsanne Roussanne’a göre daha zengin karakterde şaraplar verirken, Roussanne’da bazı şaraplarda aldığım otsu yapı bazen itici olabiliyor…

Kırmızılar ise yukarıda da yazdığım gibi tüm Kuzey Rhone’daki en zarif ve en meyvemsi kırmızılar belki de. Çoğunlukla daha ortaya yakın gövdeli ama yüksek sayılabilecek asiditeye sahipler. Tanen yapısı diğer Kuzey Rhone Syrah’larına göre daha hafif ama konsantrasyon da bu anlamda daha düşük yapıda. Meyvemsi karakterlerin ön planda olduğu ve daha çok zarif stil şarap severlere şiddetle önerebileceğim bir bölge Saint Joseph…

20170525_110602

Tournon-sur-Rhone ve arkada Saint Joseph Bağları

Saint Joseph’e burada veda ediyoruz… Artık Tournon-sur-Rhone kasabasından karşı kıyıya yani Tain l’Hermitage’a geçme zamanı… Rhone nehri üzerindeki belki de en güzel köprü olan ve sadece yayalara açık olan “Passerelle Marc Seguin”den Hermitage bağlarına doğru ağır ağır Tain l’Hermitage kasabasına yürüyoruz… Rhone nehri olanca endamıyla güneye doğru akarken Hermitage bağlarında tepede “La Chapelle” bize ufaktan göz kırpıyor…

20170525_175609

Tournon-sur-Rhone’dan Hermitage Bağları…

Fransa, Fransız şarapları, Marsanne, Rhone, Roussanne, Saint Joseph, Shiraz/Syrah, Tadım Notları, Uncategorized, şarap dünyası, şarap gezileri, şarap turizmi içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Rhone Vadisi (2)… Condrieu…

“A plentiful stash of flowers and fruit, Condrieu has a temperament as big as its terroir is small. A constant starburst of fragrances and flavours. Heady pleasure indeed.” Christophe Tassan (Sommelier and Rhone Ambassador)

20170525_164821

Kuzey Rhone’da Cote-Rotie’den güneye doğru devam ediyoruz. Ampuis köyünü geçtikten sonra, çok değil sadece 5 km mesafedeki Condrieu köyüne girdiğimizde bağların rengi değişir… Burada hakim üzüm beyazların en aromatik olanlarından biridir: Viognier…

Bir hikayeye göre Dalmaçya topraklarından çıkıp Rhone vadisine yolcuk yapmış olan Viognier, tahmin edileceği üzere Romalıların bu bölgedeki varlığıyla hayat bulmuş. Her ne kadar MS. 92’de İmparator Domitian askerleri üzerinde zararlı etkisi olduğu için Viognier asmalarının sökülmesi emrini vermiş olsa da MS 281’de bu kez İmparator Probus, bu kez tam tersi bir sebeple asmaları tekrardan bölgeye diktirmiş… 19. yüzyılın en önemli gastronomlarından olan ve Curnonsky adıyla bilinen Maurice Edmond Sailland, Chateau Grillet genelinde anlattığı Viognier’yi Fransa’nın en iyi beyazlarından biri olarak kabul etmiş…

Hiç şüphesiz özellikle 20. yüzyıl başından itibaren komşusu Cote-Rotie gibi Condrieu de filoksera, savaşlar, 20170525_151659ekonomik bunalımlardan çok etkinlenmiş. 1960lara gelindiğinde öyle böyle değil sadece ama sadece 10 hektar bağ alanı kalmış tüm apelasyonda. 1940da oluşturulan apelasyon ilk olarak Condrieu, Verin ve Saint Michel köylerini sonrasında 1967’de Chavanay, Saint Pierre de Boeuf, Malleval ve Limony köylerine kadar uzansa da toplamda 10 hektarlık bağ alanı varmış sadece. Hatta öyle ki bu dönemdeki rekoltelerden birinde Oz Clarke toplamda sadece 1900 litre şarap üretildiğini yazar “Grapes & Wines” isimli kitabında. Oz Clarke, özellikle Fransa’da Beaujolais kralı Georges Duboeuf’un Ardeche bölgesindeki yeni dikimleri sonucu ve tabi ki yeni dünyanın yavaş yavaş Viognier’ye önem vermesiyle bu eşsiz üzümün tekrardan Fransa’da ve sonrasında da dünyada yayılmaya başladığını anlatır.

Bölgede hava Cote Rotie’den çok da farklı değildir. Yine ılıman nitelikte bir karasal iklim ama yazlar şüphesiz sıcak olur; ki Viognier de zaten sıcağı sever değil mi? Eğimli dik bağlar güneyli yönlerde yer alırken üst katmanda “arzelle” adıyla anılan dekompozite granit, mika, şist ve kilden oluşan toprak altta da granit bazlı kaya katmanları hakim olur bağlara… Özellikle Condrieu nezdinde Viognier’ye o meşhur çiçek bahçesi, hanımeli, sarı meyve bazlı aroma profillerini veren aromatik yapının topraktaki “arzelle” katmanı sayesinde oluştuğu bilinmekle beraber aşırı yağmurlarda yaşanan erozyonla beraber bu toprak katmanının aşağıya doğru kayma durumu da var. Bağcılar kayan toprağı tekrardan doldurmakla da uğraşıyorlar bir yandan… Bölgeye son yaptığım ziyarette Malleval tarafında Domaine Pierre Gaillard’ın Condrieu bağlarında gördüğüm eğimli arazi bu bölgede bağcılık yapmanın ne kadar zor olduğunu bana tekrardan hatırlattı… Tabi karşılığında da şişede duran gerçek bir sarışın güzel var diyebiliriz elbet…

20170525_164323

Condrieu Bağları – Malleval (Domaine Pierre Garillard)

Pierre Gaillard’da 2 farklı Condrieu tatma fırsatım olmuştu. Bunlardan 2015 rekoltesi Condrieu klasik ıhlamur, hanımeli, olgun sarı ve tropik meyve aromalarının bütünleştiği ve asiditenin orta seviyelerde durduğu, gövdeli ve yağlımsı yapıda zarif bir şarap iken, henüz yeni şişelenmiş ve L’Octroi etiketiyle çıkan 2016 Condrieu ise 2015te karşımıza çıkan aroma profiline ek olarak çok daha canlı, daha gövdeli ve konsantre bir yapıdaydı. Mineralsi bitimiyle de ayrı bir kompleks havadaydı. Üreticiye aradaki farkın nerden geldiğini sorduğumda L’Octroi’nın üst katmanda çok daha fazla granit taş barındıran bir bağdan geldiği cevabını aldım. Her iki şarap da 6 ay kadar eski fıçılarda olgunlaştırılmıştı bu arada. Condrieu’de bazı üreticiler kısa bir süre “skin contact” yaparak şarabın aromatik yapısını artırmayı da hedefliyorlar. Bazıları ise buna girişmiyor ve üzümü direk sıkıyor. Üreticilerin çoğu malolaktik fermantasyon yapmayı ve fıçıda olgunlaştırmayı tercih ediyor. Tabi fıçı kullanımını dengede tutmaya çalışıyorlar zira üzümün kendi karakteristik aromalarını bastırmamaya özen gösteriyorlar. Asit seviyesi açısından düşük-orta seviyelerde şaraplar veren Viognier’de mevzu bahis kendine has aroma karakterinlerini koruyabilmek ancak çok düşük asitli Viognier’ler (özellikle aşırı sıcak yıllarda veya bazı yeni dünya ve Güney Fransa şaraplarında) damakta çok gevşek kalabiliyor ve keyif vermiyor. Dünya genelinde bazı üreticiler bu yüzden erken hasat yapıp daha yüksek asiditeye ulaşmak istediklerinde bu kez yeterli olgunlaşmanın sağlanmaması yüzünden aroma profilinde eksiklik yaşanabiliyor…

20170525_151113

Condrieu’den bahsederken tabi Chateau Grillet adında, her ne kadar Condrieu sınırları içinde olsa da kendine has bir apelasyona sahip olan tek bağ (monopole) üreticisinden bahsetmemek olmaz sanırım. Sadece 3,5 hektar bağ alanına sahip ve 1936’da kendi başına bir apelasyona tabi olan Chateau Grillet bu anlamda Fransa’nın en eski ve en küçük apelasyonlarından biri. Tarihsel olarak önemi olan Fransız şatolarından biri olan Chateau Grillet her daim Lyon burjuvazisinin sahibi olduğu bir yer olmuş. 1648’de şatonun sahibi Fransız geometrici Désargues bir diğer ünlü Fransız geometrici arkadaşı Pascal’ı şatosunda ağırlamış. 1820’den beri şatonun sahibi olan Neyret-Gachet ailesi 2011’de şatoyu aynı zamanda dünyaca ünlü Bordeaux şatosu Chateau Latour’un da sahibi olan Fransız milyarder François Pinault’ya satmış…

Chateau Grillet apelasyonu ve Condrieu apelasyonu kuralları arasında bazı temel farklılıklar var. Bunlardan ilki, hektar başına düşen asma sayısı Chateau Grillet’de 8000 asma iken Condrieu’de 6500… Bu anlamda Chateau Grillet’de 1,25 metrekarede bir asma düşerken, Condrieu’de bu 1,5 metrekarede bir asma olarak karşımıza çıkıyor. Chateau Grillet’de çok daha sık bir dikim var yani. Chateau Grillet’de hektar başına asma yükü 7500 kg iken Condrieu’de 8000 kg, verimde ise Chateau Grillet temelde 37 hl/hektar iken Condrieu 41 hl/hektar olarak karşımıza çıkıyor. Tabi bu rakamlar hedeflenen maksimum değerler ki üreticiler çoğunlukla daha düşük verim alıyorlar aslında…

Bugün yaklaşık 170 he kadar toplam bağ arazisi üzerinde üretim yapılan Condrieu’de ortalama bir rekoltede yaklaşık 4900 hl şarap üretiliyor ve şarapların %26sı ihraç ediliyor… Dünya hiç  kuşkusuz daha çok Condrieu’yu hakkediyor…

Condrieu’den sonra sırada zarif Syrah’ların bölgesi St Joseph var…

Condrieu, Fransa, Fransız şarapları, Rhone, Tadım Notları, Uncategorized, Viognier, şarap dünyası, şarap gezileri, şarap turizmi içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Rhone Vadisi (1)… Côte-Rôtie…

«Il n’y a pas de grands vignobles prédestinés, il n’y a que des entêtements de civilisation.» Pierre Veilletet

Kaderi önceden çizilmiş büyük bağ yoktur, sadece uygarlığın inatçılığı vardır.” Pierre Veilletet

İsviçre’nin Valais bölgesinin kuzeydoğusunda Alp Dağları’ndaki “Rhone Buzulu”nda doğarak Alplerin arasından kıvrılıp Cenevre gölüne giriş yapar Rhone Nehri… Gölü Cenevre’de terk edip Jura Dağları’ndan Fransa’ya girerek Lyon’da Saone nehriyle birleşerek artık Fransa’nın en ünlü vadilerinden birini oluşturup güneye yani Akdeniz’e doğru akmaya devam eder… Bizim hikayemiz de tam da burada başlar…

Bu yazı dizisinde Fransa’da en sevdiğim şarap bölgelerinden biri olan Rhone Vadisi’ni ele alacağım. İlk durağımız Kuzey Rhone’nun en kuzeyindeki apelasyon “Côte-Rôtie”…

Côte-Rôtie

Lyon Havaalanı’na vardıktan sonra araba kiralayıp “Autoroute de Soleil (Güneş Otobanı)” olarak adlandırılan A7’den güneye doğru inerken, yaklaşık 20 dakika içinde sağınızda güneye bakan dik yamaçlarda bağlar yükselir… Burası “Cote Rotie” topraklarıdır… Hele ki Vienne şehrine çok yakın konumda A7 otobanında Rhone nehri geçişi muhtemelen Fransa’daki en güzel “otoban” manzaralarından birini sunar… Lyon’un 35 km kadar güneyindeki Ampuis köyü Kuzey Rhone için başlangıç bölgesi kabul edilebilir.

La Mouline (32)

Guigal La Mouline Bağları  http://www.guigal.com/fr/phototheque.php

Yaklaşık 2000 yıl öncesinden beri yani Romalılar’ın bu topraklara egemen olduğu dönemden beri bağcılık yapılan Cote Rotie de oldukça dik teraslı yamaçlara kurulu bağların bazı bölümleri yaklaşık 60 derecelik eğime ulaşarak sadece Rhone Vadisi’nin değil aynı zamanda Fransa’nın da en dik yamaçlı bağ bölgelerinden birini oluşturur. Resmi olarak adı konulmuş 73 farklı parsel bağ alanının (lieux-dits) bulunduğu Cote Rotie’den bahsederken iki önemli yamaçtan da bahsetmek elzemdir: Cote Blonde ve Cote Brune… Biri sarışın diğer kumral iki güzeli tanımlayan yamaçlar bunlar… Bu iki yamaçtan daha güneyde bulunan Cote Blonde kum, granit, şist kayaçları ve kireçtaşı ağırlıklı bir toprak yapısına sahipken; Cote Brune’da kil ve demir yönünden zengin, granit, mika şist kayaçları ve kireçtaşı tabakaları bulunuyor. Bu haliyle zaten Cote Brune adından da anlaşılacağı gibi Cote Blonde’a göre daha koyu renkli bir toprağa sahip. Bunun “genel olarak” şaraba yansımasına baktığımızda ise Cote Brune’da komşusu Cote Blonde’a göre daha güçlü, tanik ve maskulen stil şaraplar çıkarken; Cote Blonde’da ise daha zarif, yuvarlak ve feminen stilde şaraplar çıktığını görüyoruz.

Cote Rotie sadece kırmızı şarap bölgesidir. Kırmızı üzüm olarak tamamen Syrah’nın hakim olduğu bu bölgede apelasyon kuralları gereği %20’ye kadar Viognier de eklenebilir. Ancak üreticilerin çoğu ya %100 Syrah kullanırlar ya da Viognier oranını genelde %3-5 civarlarında tutarlar. Burada önemli olan konulardan biri ise Viognier kullanan üreticilerin Syrah ile Viognier’yi birlikte fermantasyona tabi tutma zorunluluğudur.

Yamaçların aşırı eğimli olması buradaki bağcılığın da teknik olarak son derece zor olmasına sebep olmuştur. Bağlarda her bir asma toprağa gömülü ahşap kazıklara bağlanmıştır. Dik yamaçların haricinde kayaç toprak katmanları bağcılar için çalışmayı son derece zor ve tehlikeli hale getirmektedir. Bu da tabi işçiliğin daha da önem kazanmasına ve şarapların sonuçta daha da pahalı olmasına yol açmış ve üreticileri alternatif yöntemlere yöneltmiştir. Örneğin, Fransa’nın bu en zorlu bağlarında çalışan üreticilerden Domaine Barge ve Domaine du Monteillet gibi üreticiler bağlarına “monoray” sistemi kurmuşlardır.

La Garde_z

Guigal Chateau d’Ampuis – La Garde Bağı  http://www.guigal.com/fr/phototheque.php

 

Kuzey Rhone’nun bu bölgesi “biraz daha ılıman” sayılan bir karasal iklime sahip olup; aynı zamanda Kuzey Rhone apelasyonları arasında “doğal olarak” en serin iklime sahip bölgedir. Burada efektif olan faktörlerden birisi de rüzgar faktörüdür; zira, güney yamaçlara bakan bağlar kuzeyin soğuk rüzgarlarından korunurken, güneyden gelen sıcak kuru rüzgarlar bağlardaki hastalıklara ilaç olmakta ve üzümlerin gelişiminde olumlu rol üstlenmektedir. Muhtemelen “Cote Rotie” (kavrulmuş/fırınlanmış yamaç) isminin geldiği nokta da muhtemelen bu sıcak rüzgarların oluşturduğu ortam olsa gerek…

19. yüzyılın ikinci yarısında tüm Fransa’yı etkileyen filokserayı bir kenara koyarsak, muhtemelen Cote Rotie’nin yaşadığı en büyük felaket Büyük Savaş olarak da adlandırılan 1914-1918 yılları arasındaki 1. Dünya Savaş’ı sırasında 150 bağcının yok olmasıdır. Bu büyük felaket sonucunda bağlar terkedilmiş ve uzun yıllar sonra 1960’ta Cote Rotie’deki bağ alanı 60 hektara kadar düşmüştür. 1940’ta oluşan Cote Rotie apelasyonundan 6 yıl sonra 1946’da kurulan Etienne Guigal’in olağanüstü gayretleri sonucunda Cote Rotie’de bağcılık 70ler ve özellikle 80lerden itibaren tekrardan canlanmaya ve Fransa’nın en önemli bölgelerinden biri haline gelmeye başlamıştır. Winemaker Michel Ogier’nin de dediği gibi “Guigal olmasaydı bugün Cote Rotie olmazdı. Apelasyonu çeken lokomotiftir Guigal…”

cote_rotie_la_landonne_1

La Landonne Bağı  http://www.guigal.com/fr/phototheque.php?id=11

 

Guigal’in artık efsane haline gelen La-La serisi şaraplarından “La Mouline” Cote Blonde bağlarından gelirken, “La Turque” ve “La Landonne” ise Cote Brune bağlarından gelmektedir. Bunlardan La Landonne 45 derece eğimli bağlarıyla en dik bağlardan toplanan üzümlerden yapılan bir şaraptır.

Guigal haricinde bölgenin diğer önemli üreticileri arasında Domaine Jamet, Gilles Barge, Domaine Ogier, Domaine du Monteilley, Pierre Gaillard, Bernard Burgaud ve Clusel Roch sayılabilir…

Günümüzde Ampuis, Saint Cyr sur le Rhone ve Tupin et Simons köyleri çevresinde deniz seviyesinden 180 ila 325 metrede yaklaşık 280 he bağ alanında faaliyet gösterilen Cote Rotie’de apelasyonun izin verdiği verim hektar başına 40 hektolitre olmasına rağmen genelde ortalamada verim hektar başına 32 hektolitrede kalmakta. Ortalama rekoltelerde yıllık yaklaşık 1,2 milyon şişe üretim yapılmakta. Üretimin yaklaşık %30’u ise ihraç edilmekte…

Son olarak Cote Rotie’de son yıllarda konuşulan şarap yapım stillerini ele alalım… Tıpkı Barolo ve Barbaresco’da olduğu gibi burada da gelenekselci ve modernist yaklaşımlar hakim ancak tartışmalar Piemonte’deki gibi çok yüksek sesle ve “ayrımcı” nitelikte olmadı Cote Rotie’de… Üreticiler çoğunlukla bu konuyu çok daha yumuşak tonda ele aldılar…

Geleneksel stil Cote Rotie üretiminde olgunlaştırma çoğunlukla kullanılmış eski büyük fıçılarda (foudre vb) yapılırken, modern stilde (belki de bunda Parker’ın da bir etkisi var mıdır, kim bilir) daha çok 225 litrelik yeni meşe fıçılarda yapılmakta. Bir başka önemli nokta ise geleneksel stil üretim yapanların çoğunlukla “whole bunch” diye adlandırdığımız şekilde yani salkımları saplardan ayırmadan fermante etmeleri. Modernistler ise her daim sapları ayırarak fermantasyon sürecine başlıyorlar… Özellikle Cote Rotie’deki geleneksel/modernist yaklaşım konusunda New York Times yazarı Eric Asimov’un çok güzel bir yazısı var okumanızı öneririm:

http://www.nytimes.com/2012/02/08/dining/reviews/cote-rotie-and-its-various-styles-the-pour.html

Cote Rotie’yle beraber Kuzey Rhone’a keyifli bir başlangıç yaptık… Bir sonraki yazıda Condrieu’de Viognier’nin izin gideceğiz…

cote rotie, Fransa, Fransız şarapları, Shiraz/Syrah, Uncategorized, Viognier, şarap dünyası, şarap gezileri, şarap turizmi içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Benim İspanyam… Andalucia… Endülüs… (-2-)

Sevilla…

20170329_120414Dikkat: Bu yazı bir kadeh Sherry, biraz yeşil zeytin ve bir yudum Flamenco eşliğinde tavsiye edilmektedir…

İspanyol yönetmen Emilio Martinez Lazaro’nun 2014 yılında çektiği ve aralarında Karra Elejalde, Carmen Machi gibi ustalar ve Dani Rovira, Clara Lago gibi genç neslin önemli oyuncularının yer aldığı “Ocho Appelliodos Vascos” filminin soundtrack’i olan ve ünlü Sevillalı grup Los del Rio tarafından ölümsüzleştirilen “Sevilla Tiene un Color Especial” isimli şarkı ile açalım yazımızı…

Film İspanya’nın en fazla izlenen filmi olmakla birlikte aslında Sevilla’nın Santa Cruz mahallesinden gelen Endülüslü yağız bir delikanlının Bask Ülkesi’nin siyah saçlı güzellerinden birine gönlünü kaptırmasını anlatır… İspanya’nın kültürel ve gastronomik çeşitliliğini, Endülüs’ün ve hele ki Sevilla’nın sıcaklığını, Bask Ülkesi’nin yeşilini her yönüyle en eğlenceli şekilde ele alan filmi ara sıra DVD oynatıcıma koyar ve iki kültür arasında yaşanan çatışmanın mizah yoluyla dile getirilmesini büyük bir keyifle izlerim…

Los del Rio’nun şarkısında da bahsettiği gibi Sevilla’nın kendine has özel bir rengi vardır ancak bu renk aslında tek bir renkten değil bir renk cümbüşünden oluşur kanımca… Keşiflere konu olmuş ve Arapların büyük su yolu olarak adlandırdığı Guadalquivir nehrinin mavisi, nehirle adeta bütünleşmiş Altın Kule “Torre del Oro”nun sarısı, Maria Luisa’dan Murillo’ya oradan da Alcazar’a uzanan bahçeler geçidinde yeşilin onlarca farklı tonu ve tabi ki Endülüs’ün beyaz evleri… Hepsi Sevilla ile özdeşleşmiş olmakla birlikte Sevilla’nın rengini gerçekten anlamak ve hissetmek için öylesine turistik bir gezi yetmez aslında…

Tapas’ın doğduğu şehir olduğuna inanılan ve Arap, Yahudi, Roma ve İspanyol kökenli yemeklerin yapıldığı tapas bar ve restoranlarla dolup taşan, yılın her günü renkli bir şehirdir Sevilla… Hele ki arada bir Mart sonu Nisan başında uğrarsanız tıpkı memleketim Adana’da olduğu gibi portakal çiçeği kokularıyla karşılar ziyaretçilerini… “Benim İspanyam” yazı dizisinin son Endülüs şehri olarak biraz da Sevilla’yı anlatayım…

20170328_152815Her zaman yaptığım gibi gündüz ya da gece fark etmez, şehre varır varmaz kendimi önce eski Yahudi Mahallesi olan Santa Cruz’a atıyorum. Kimi zaman 1 metre genişliğini bulan labirent misali dar sokaklardan geçerek önce Plaza de Santa Cruz’dan geçiyor ardından da ünlü İspanyol çapkın Don Juan’ın heykeline bir selam vererek Plaza de los Refinadores’e varıyorum… Sağımda Sevilla’nın bağrından çıkmış belki de en önemli ressam Murillo’nun adına verilen bahçeler Menendez Pelayo Bulvarı boyunca uzanıyor…  Önceliğim Sevilla’daki iki göz ağrım “Vineria San Telmo” ile eski adı La Cava del Europa olan ve sonradan el değiştirerek “La Taraceina” adıyla hayatına devam eden tapas barlara uğramak… Her iki mekan da Sevilla’nın en ana bulvarlarından biri olan Avenida de Menendez Pelayo’ya çıkan birbirine paralel iki sokaktalar yani acelemiz yok… Sevilla’dayız ve vakit burada her şeyden daha yavaş akıyor…

20170329_125656Calle Puerta de la Carne 6 numarada yer alan “La Taraceina” benim çok önceden La Cava del Europa zamanlarından beri geldiğim bir tapas bar. Mekan el değiştirmesine rağmen şef hiç değişmedi. Şarap menüsü gayet tatmin edici nitelikte. Son gidişimde en sevdiğim Toro üreticilerinden Matsu’yu kadehte vermeleriyle beni gene benden aldılar. Benim için bir gelenek olsa gerek genelde ilk Salmorejo’mu burada içerim. Salmorejo’nun kremamsı yapısı, üzerine gezdirilen zeytinyağının kokusu, biraz haşlanmış yumurta rendesi, biraz da jamon… Burada genelde deniz mahsullü ağırlıklı tapas yemeyi seviyorum. Gerek bebek kalamardan gerekse de kabuklu deniz mahsullerinden çok iyi tapaslar yapıyor şef… Ama karnımı doyurmaya niyetim yok zira bir arka sokakta yaşayan efsane Vineria San Telmo beni bekler… Buraya uğramadan önce hemen köşedeki kızartmacı yerinde mi diye bakıyorum.. Tabi ki de yerinde.. Freiduria Puerta de la Carne’yi bundan tam 15 yıl önce Sevilla’ya ilk kez gittiğimde keşfetmiştim. Klasik Endülüs usulü deniz mahsulleri kızartmalarını, Adoboları, kroketleri 1929’dan beri Street food tadında sunan bir yer burası. Öğlen veya akşam soğuk bir bira ile kağıt külahta atıştırmak için birebir…

20170329_133338Freiduria’dan sola dönüp bir arka sokakta Paseo de Catalina de Ribera, 4 numaradaki Vineria San Telmo’ya geliyorum… Juan Manuel Tarquini ve eşi hayallerinin peşinden gitmiş ve 2004’te Santa Cruz mahallesi sınırında Murillo bahçelerine bakan tarafta bir dükkan bulup Vineria San Telmo’yu açmış. Bugün adeta bir Sevilla efsanesi haline gelen San Telmo oldukça geniş şarap menüsü, geleneksel olanların yanında artık son yıllarda Sevilla’da birçok tapas barda gördüğümüz modern stil yenilikçi tapasları ile ön plana çıkıyor. Son gittiğimde yediğim Tuna tartar, minik pita ekmekleri yanında sunulan modern humus yorumu ve içine hafiften kıyılmış kapya biber koyarak kendi usullerinde hazırladıkları tortilla yanında içtiğim Leonor’un 12 yıllık Palo Cortado’su halen hafızamda… İspanya’da tapas ve sherry’nin doğduğu bu topraklarda hiç şüphesiz “Sherry’siz tapas bar, tapas barsız Sherry düşünülemez”…

Vineria San Telmo’dan çıkıp önce Santa Cruz’un sınırlarında az biraz Calle Santa Maria Blanca üzerinde yürüyor sonrasında mahallenin kalbine doğru dalıyorum. Dar sokaklarda muhteşem çiçeklerle donatılmış ve çeşmeleriyle her daim serinlik yaratan klasik Endülüs avlulu evlerin arasından geçerek artık rutin haline gelen turist kalabalığı içine dalıyorum. Özellikle Ximenez de Enciso üzerinde bolca hediyelik eşya dükkanı, alternatif butikler, barlar restoranlar her daim turist beklerken ben rotamı Mateos Gago 20 numaraya doğru çevirdim bile… Buradaki durağımız 1904’ten kalma bir mekan olan “La Goleta”…

IMG-20170328-WA0011La Goleta, Huelvalı Peregil ailesinin 1904’ten beri işlettiği bir yer. Mekanın şimdiki sahibi olan Alvaro Peregil’in büyükbabası burayı 1904’te şarap mağazası olarak açmış. Aile sonradan burayı tapas bara çevirmiş ve ağırlıklı olarak Huleva’nın Moguer bölgesinde yapılan Portakal şarabı ile Sanlucar de Barrameda’dan gelen Manzanilla sunmaya başlamışlar. 15-20 m2lik büyüklüğüyle beni her daim gülümseten ve gerçek tapas bar kültüründen yoksun illa oturmayı seven turistlerin buraya gelmemesi sayesinde de çoğunlukla lokallerle takılabildiğim için hoşuma giden La Goleta’nın küçük mutfağından ekmek üstü tapaslar ile migas, garbanzos, caracoles gibi klasik İspanyol tabakları çıkıyor. Mekanın ilk açıldığı yıllardan kalma ve maun ağacından yapılmış servis barında Manzanilla’mı yudumlarken gözüm duvarda asılı duran Sevilla Belediyesi’nin 50 yılı deviren işletmelere verdiği plakete gidiyor… Bu arada sonraki yıllarda Alvaro Peregil, La Goleta’nın hemen yanında daha geniş bir mekan açmış. Geniş geniş oturmak isteyenler bu tapas bara davet ediliyor…

20170328_154442Santa Cruz her ne kadar en tarihi, en ilgi çeken mahallelerden biri olsa da şurası bir gerçek ki, Sevilla’da hayatın ritmi Centro’da yani merkez mahallede atıyor… Uzun bir yürüyüş yaparak merkez mahalleye gitmek en güzeli… Mateos Gago’dan çıkıp güzeller güzeli La Giralda’ya doğru iniyorum. Plaza Virgen de los Reyes üzerinde gün boyu bekleyen faytonların arasından geçip merkeze doğru yürüyüşüme devam ederken kullandığım birkaç farklı yol var… Bunlardan ilki Calle Placentines’ten kuzeye doğru yürümek… Placentines 25 numarada bizleri “Bar Pelayo” karşılıyor. 15. Yüzyılda İtalyan tüccarların buluşma noktası olan bu dar sokakta bulunan Pelayo hem tapas bar hem de restoran olarak hizmet veriyor. Menüdeki birçok yemeği “tapa” olarak alabileceğiniz gibi daha büyük tabaklarda servis edilen et ve deniz mahsulü tabakları da var… Burada yediğim sübyeli siyah pilavın tadı halen damağımdadır… Calle Placentines’ten yukarı devam ediyor ve alışveriş sevenler için müthiş keyifli dükkanların bulunduğu Franco ve hemen arkasından gelen süper sevimli meydan Plaza Jesus de la Pasion’dan geçiyorum… Artık merkez mahallesinin sınırlarındayım ve beni Calle Puente y Pellon 24 numaradaki “Crustum”un ekmek kokuları karşılıyor… Enfes klasik ve rüstik ekmeklerin yanı sıra, Empanada, kendi tarzlarında hazırladıkları pan con tomate ve lezzetli sandviçleri (bocadillo) ile ünlü müthiş bir butik fırın burası… Fırından çıkan tatlılar da denenmesi gereken apayrı bir güzellik…

La Giralda’dan merkeze doğru gitmeyi tercih ettiğim bir başka yol ise Calle Hernando Colon ve Sevilla Belediyesi’nin arkasındaki San Francisco Meydanı üzerinden gitmek… San Francisco Meydanı’na hemen yakın konumda bulunan “Umami” ve “Mamarracha”, modern stil tapas barlar arasında Sevilla’nın en popüler olanlarından bugünlerde. Hem tabakların hem de dekorun konuştuğu bu barlardan Umami’de kokteyller de hiç fena değil… Bu bölgedeki bir diğer dikkat çekici önemli dükkan ise hiç kuşkusuz “Maestro Marcelino”nun peynir & şarküteri dükkanı. Calle Hernando Colon 9 numaradaki bu efsane dükkan gastronomi sevdalılarının uğrak yerlerinden biri olmayı sürdürüyor. İspanya’nın birçok yerinde örneklerini gördüğümüz hem şarküteri hem tapas bar konseptinin Sevilla versiyonlarından birisi olan dükkanın kısa ama öz menüsünde Jabugo’dan bir jamon tabağı yaptırıp, yanına biraz chorizo ve biraz da manchego ağırlıklı bir peynir tabağı koyduruyorum… Şarap için fazla uzağa gitmeye gerek yok zira iyi bir sherry her zaman candır…

San Francisco Meydanı’ndan kuzeye çıkan birbirine paralel iki caddeden Calle Sierpes ve Calle Tetuan yine keşfedilecek onlarca mağaza, bar ve cafe ile dolu. Ama ben artık Centro’da Plaza de la Encarnacion’un üstünü kaplayan ilginç mimariye bakadurayım, meydandaki kapalı pazarda bana göre dünyanın en iyisi olan İspanyol şarküterilerinin envai çeşidi, ağırlıkla koyun ve keçi sütünden yapılan çeşitli peynirler ve tabi ki Okyanus’tan gelen onlarca çeşit deniz ürünlerinin güzelliği sergileniyor…

20170328_143220Önce Encarnacion meydanının doğusuna doğru yönelip Calle Gerona 40 numarada yer alan bir başka Sevilla efsanesi “El Rinconcillo”ya gidiyorum… Dile kolay tam 1670’de kurulmuş olan El Rinconcillo bu haliyle İspanya’nın en eski barı aslında. Kuruluşundan bu yana 15 kral ve 4 hanedanlık devirmiş ve tam olarak kanıtlanmasa da söylentiye göre ilk tapas burada servis edilmiş. Doğal olarak renkli çinilerle süslü duvarlarıyla klasik bir Endülüs barındayız ve klasik tabakların menüde yer alması hiç şaşırtıcı değil. Ancak buraya her defasında gelip yiyeceğim bir tabak var ki o da “ıspanaklı nohut”… Araplardan kalma baharat kullanma alışkanlığının en güzel örneklerinden biri olsa gerek bu tabak… Yine tortilla’yı da burada daha bir omlete yakın kıvamda farklı bir stilde yapıyorlar ki bu her yerde karşımıza çıkan bir şey değil…

El Rinconcillo’dan çıkıp batıya doğru gene Encarnacion meydanına yürüyorum. Encarnacion’un kuzey tarafına bakan tarafta “Cafe la Centuria” kimi yerellere göre Sevilla’nın en iyi Churros mekanı… hemen yanındaki Calle Regina’ya girdiğimizde ise önce bizi 1 numarada “Lama la Uva” isimli şirin mi şirin şarap barı karşılıyor… Mahallenin şarap butiği diye adlandırabileceğim mekanda alternatif bölgelerden İspanyol şarapları mevcut, bazen de tadım etkinlikleri düzenliyorlar…

Calle Regina 10 numarada ise oldukça sempatik bir artizanal bira evi var: “La Linterna20170329_214029 Ciega”… İspanyol, Alman ve İtalyan 3 kafadarın işlettiği mekanda hafiften İtalyan modeli makarna tabaklar da var… Önerebileceğim tabaklar arasında salteado de patatas (yumurtalı patates), pappa al pomodoro (domatesli ekmek içi), codillo a la cerveza (birada domuz) güzel bir yerel IPA ile iyi gidiyor… Tapas eşliğinde alternatif yerel bira keşfi için güzel bir yer.

Gecenin ilerleyen saatlerinde Sevillalılar’ın Calle Regina’dan daha da kuzeye doğru yürüdüklerini görüyorum… Regina bitip Calle Feria başladığında ise herkes kendini 27 numaraya atıyor… Burada yaşayan bir başka efsane mekan hazır ve nazır duruyor: “Casa Vizcaino”… 1929’den beri varlığını sürdüren ve özellikle haftaiçi akşamları Sevillalıların bir nevi buluşma noktası olan Casa Viscaino’da sağlam bira ve tapasın yanında kendi yaptıkları vermut da denemeye değer. Herkesin sadece ayakta takıldığı ve ellerinde içkileriyle sokağa taşarak sosyalleştiği gerçek bir kült mekan burası. Buranın en ilginç özelliklerinden birisi muhtemelen Cumartesi ve Pazar akşamları kapalı oluşu sanırım…

20170329_210005

Merkez mahallesinin en merkezindeki sokak olan Calle Jose Gestoso ise iki farklı güzel mekana ev sahipliği yapıyor. Bunlardan ilki 12 numaradaki “Lupulopolis” bölgedeki bir diğer artizanal bira evi olarak karşımıza çıkıyor… Burada mutfak yok, sadece bira satışı var. İçerde küçük tabure ve masalarda aldığınız biraları içebiliyorsunuz da.

20170330_200541Gelgelelim Calle Jose Gestoso’nun sonuna kadar yürüyüp 19 numarada solda kalan restorana geldiğimizde ise işler değişiyor… Burası “Cañabota” ve deniz mahsulleri adına Sevilla’da muhtemelen tek geçebileceğim bir restoran diyebilirim… Sadece 5 masası olan, açık mutfak-bar önünde de 10 kişilik yeri olan toplamda hepi topu en fazla 40 kişilik bir yer Cañabota. Normalde en az 10 gün önceden rezervasyon yaptırmanın zorunlu olduğu mekanda rezervasyon yaptırmadan yemek yemek için akşam saat tam 8’de restoranın kapısında hazır bulunmak gerekli. Tabi biraz daha erkenden gitmekte fayda var zira kapıda illa ki kuyruk oluyor. Restorana balıklar ve diğer deniz mahsulleri tam 19:45te geliyor. Resmen görsel bir şov eşliğinde restoran çalışanları dışarı çıkıp sokağa parkeden araçtan boy boy balıkları, kabukluları, envayi çeşit karidesleri alıp restorana taşıyorlar ve hemen girişin sağındaki alanda sergiliyorlar. Sonrası ise morina balığı ciğerinden ızgara istiridyeye, mürekkep balığı yumurtasından kırmızı kardinal karideslere (carabineros) ve keler balığından bilimum midye türüne uzanan gerçek bir lezzet şöleni… Benim buradaki şarap tercihim Bierzo bölgesinden Bodegas Mengoba’nın  2015 sur lie Godello’su…

Cañabota’dan çıkıp Calle Orfila üzerinden Calle Marin Villa’ya uzanıyorum.. Hemen20170329_183145 ilerde Plaza del Duque de la Victoria’da El Corte Ingles’i görüyor ve üst katındaki “Gourmet Experience” bölümüne çıkıyorum. Fiyat kalitede muazzam diyebileceğim İspanyol şaraplarını ve birçok farklı artizanal birayı bir arada görmek ayrı bir keyif. Diğer taraftan harika bir sherry koleksiyonu da beni bekliyor. Ama en güzeli barda oturup günün tapaslarından söylemek… öğleden sonra yemek öncesi keyif yapmak için birebir…

Merkezden güneybatıya giden yol üzerinde Triana’ya uzanmadan önce son bir yerimiz daha var… O da Calle Zaragoza 5 numarada yer alan “La Azotea”… Aslında Santa Cruz mahallesinde de bir şubesi bulunan La Azotea iyi malzemenin, iyi tapasın, iyi şarabın ve en güzeli de iyi servisin buluştuğu bir tapas bar… Önce berberechos (kum midyesi) söylüyor ve yanına enfes bir Riberio beyazı açtırıyorum.. Kroketler gerçekten ama gerçekten çok iyi… Ama esas tabak bence gerçek bir şaheser olan maracuya chutney soslu ve yosun mayoneziyle servis edilen deniz şakayığından yapılan mousse…  Burayı bana öneren sevgili Sabahattin Gökhan’a da ayrıca teşekkürlerimi sunuyorum…

20170402_220029

Calle Reyes Catolicos’tan II. Isabel köprüsüne çıkıyorum… Sevilla’nın en güzel manzaralarından birisi bu köprüden olmalı… Karşısı Triana, Sevilla’yı Sevilla yapan mahallerin belki de en renklisi… Çingenelerin, matadorların, flamenco sanatçılarının doğup büyüdüğü ve sanatlarını tüm İspanya’ya yaydığı mahalle… Bir diğer taraftan da mavi renkli seramiklerin yani “azulejos” atölyelerinin bulunduğu yer…

20170328_154726Köprüden karşıya geçip Calle Pureza’ya yönelince 12 numarada “La Antigua Abaceria” karşımıza çıkmakta. Tıpkı Maestro Marcelino gibi burası da bir şarküteri ve tapas mekanı ama tabi ki Triana versiyonu… Menü en basitinden ve en klasiğinden İspanyol lezzetlerini barındırıyor… Bellota jambonu başta olmak üzere bolca şarküteri ve peynir, en güzelinden tostas stili kızarmış ekmek üstü gelen tapaslar ve tabi İspanyol klasiği dana kuyruğu… Günlük çıkan mevsiminde sebzelerden ve baklagillerden yapılan tabakları da kaçırmamak lazım elbette…

Guadalquivir kenarından yürürsek eğer Calle Betis’ten gitmek lazım… Burada ise şehrin en keyifli kokteyl barlarından olan “Terraza la Zapata” bizleri bekler… ister öğleden sonra güneş yerini hafif serinliğe bırakmışken ister gece ortalık iyice şenlenmişken, iyi bir Caipirinha veya Mojito için birebir…

Daha da içlerde Calle Rodrigo de Triana 51 numarada, bir başka kızartma dükkanı 20170402_231821(Freiduria) bizleri bekliyor. “Freiduria Reina Victoria” tıpkı Santa Cruz’daki Puerta de la Carne gibi Endülüs usulü deniz mahsulleri kızartmalarının sirke ve sarımsak kokularıyla karşılıyor misafirlerini…

Triana’dan çıkıp Puente de San Telmo’ya geçiyorum… Gecenin karanlığında az biraz sakinlemiş Santa Cruz’a geri dönerken evlerine dönen fayton arabaları yanımdan geçiyor… Plaza del Triunfo’da Alcazar Sarayı’nın kapısının önündeki portakal çiçeklerinin kokusunu içime çekiyorum… Karşımda La Giralda her zamanki heybeti ve görkemiyle…

 

 

 

 

Sevilla, tapas, Uncategorized, şarap bar, şarap dünyası, şarap gezileri, şarap turizmi, İspanya, İspanyol Şarapları içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Benim Ispanyam… Andalucia… Endülüs… (-1-)

Bazı yerlere karşı özel bir hassasiyetim vardır genelde… Hele ki içinde bolca yemek ve şarap yanında da bolca müzik ve dans ve tabi ki sıcak kanlı, muhabbeti seven insanlar varsa… kısacası Andalucia veya nam-ı diğer Endülüs varsa…

Malaga:

20170325_190820

THY’nin İstanbul’dan direk olarak Malaga’ya uçmasıyla Andalucia bölgesine ulaşım çok daha kolay bir hale geldi. Daha önce bölgeye ya aktarmalı uçakla ya da Madrid üstünden trenle gidilebilirken artık 4 – 4,5 saat süren bir uçuşla Malaga’ya ulaşmak mümkün…

Malaga, İspanya’nın en önemli deniz-kum-güneş tatil merkezi olan Costa del Sol’un de başlangıcı aslında. Buraya gelen turistlerin birçoğu Malaga’ya varıp Costa del Sol’un sıcak kumsallarına kendini atarken şehirde tipik bir Akdenizli hayatı sürmekte…

Mart sonu Nisan başında bölgeye gelirseniz tıpkı memleketim Adana’da olduğu gibi portakal çiçeği kokularının sizleri karşılayacağı Andalucia turuma Malaga’dan başlıyorum…

20170325_192416Vinoteca los Patios de Baetas (Calle Baetas, 43): Picasso’nun doğduğu topraklara gelip Picasso Müzesi’ni gezmek isterseniz müzeye giden yolda tipik dar Endülüs sokaklarından biri olan Calle Baetas’tan geçerken bir şarapseverin hemen dikkatini çekebilecek bir yer burası… Geniş iç mekanın girişinde gözünüze hemen Enomatic makineler çarpıyor. Tam 41 çeşit şarabın kadehte sunulduğu ve aynı zamanda İspanya’nın dört bir yanından şarapların satıldığı hem şarap barı, hem şarap mağazası hem de restoran olarak servis veren bir mekan burası… Geriye “e daha nolsun?” demek kalıyor sanırım 🙂

20170325_190954El Rincon de los Pintores (Calle Granada, 70): İspanya’da bazı efsaneleşmiş tapas barlar vardır ve çoğunlukla hep küçüktür. Malaga’daki El Rincon de los Pintores de bunlardan biri. Yaklaşık 20 m2lik mekana akşamları saat 21’den sonra girmek isterseniz (benim yaptığım gibi) barın içlerine doğru insanları yara yara geçmek durumunda kalabilirsiniz. Küçük tapas barların en sevdiğim özelliği sadeliği, gelenekselliği ve “ayakta muhabbeti”… Oturmak isteyenler için burayı pek önermiyorum ancak ayakta, klasik tapas bar muhabbeti yapmak isteyenler için şiddetle tavsiye ediyorum… Endülüs’te olduğunuz için de girizgahı mutlaka bir fino sherry ile yapmanızı öneriyorum…

 

Merced Pazarı (Calle Merced, 4): İspanya’da hemen her şehirde bulunan kapalı pazarların Malaga versiyonu olan Merced’e akşamları uğrarsanız eğer pazarın meyve sebze vb dükkanlarının kapandığını ancak en eğlenceli taraf olan yeme-içme dükkanlarının açık olduğunu göreceksiniz. Burada şiddetle tavsiye edeceğim 2 mekan var ve ikisi de karşı karşıya.. “Taninos” sadece ama sadece şarap satan benim adımlayarak ölçtüğüme göre de 6-7 m2 boyutlarında bir mekan.. Hayallerimdeki mekan diyebilirim zira, pazarın içindeki açık oturma alanlarında otururken gidip buradan bir şişe veya bir kadeh şarap alabilirsiniz. Küçük olduğuna bakmayın tam 60 çeşit şarap var burada ve birçok şarabı da kadehte veriyorlar…
Hemen karşısında ise “Cot cot” isminde çok tatlı bir “tortilla” mekanı var. İspanyol tortilla’sını sevenler için şiddetle tavsiye edebileceğim bir yer burası. Ayrıca yine İspanyolların yumurtalı yemek klasiklerinden “revueltos” da taze taze önünüzde hazırlanarak geliyor… Kısacası Taninos’tan şarabınızı alın, Cot Cot’tan da güzel bir tortilla… Arada dolanan kızlar başka başka dükkanlardan size çeşitli tapaslar da getirecektir, onlardan da almayı ihmal etmeyin… Sonrasında Merced’in keyfini çıkarın…

Granada:

20170327_110441

İspanya’daki son müslüman toprağı Granada, özellikle inanılmaz güzellikteki Alhambra Sarayı’nın da etkisiyle muhtemelen yaz-kış sürekli turist alan bir yer… Yine de bu turist yoğunluğuna rağmen geleneksel tapas kültüründen vazgeçmeyen son yer olarak Granada’nın benim için anlamı büyük. Geleneksel tapas bar kültüründe bardan bir kadeh bir içki aldığınızda size o an küçük bir tabakta atıştırmalık tapaslar verirler. Ne kadar çok içerseniz o kadar şey de önünüze gelir bu arada. Bundan 15 sene önce Granada’ya ilk kez gittiğimde şehrin en merkezi ve turistik meydanı sayılan Plaza Nueva’da 1 bira karşılığı önüme koca bir Iberico şarküteri tabağı gelmişti. Sonrasındaki gidişlerimde de bir oturuşta önüme sırayla 3-4 çeşit tapas geldiğini bilirim… Granada’da bu şekilde varlığını sürdüren ve dolup taşan birçok tapas bar var halen. Tabi ki artan maliyetler sonucunda tabakların çeşitliliği azaldı ama yine de burası barda bir şeyler içerken hiç para ödemeden karnınızı doyurabileceğiniz ender İspanyol şehirlerinden…

20170327_214420Casa de Vinos La Brujidera (Calle Monjas del Carmen, 2): Hayalimde şöyle 40 m2lik küçük bir şarap barı var… Menüsünde hem kadeh hem de şişe olarak bolca şarap olan bir mekan. Küçük masalar, bir bar.. Dışarıya da birkaç masa yeter… işte La Brujidera böyle bir yer… Şaraplar barın üzerinde yazılı. 60 çeşit kadehte ve 200 çeşit şişede şarap servisi. İnanılmaz sıcak ve canlı bir atmosfer. Sadece ve sadece şarap konuşulan bir mekan. Yanında da tapaslar… Burada birkaç çeşit şarap keşfettikten sonra en sona mutlaka Huelva bölgesinde yapılan Portakal şarabını tadın…

20170326_205045Los Diamantes (Calle Navas, 28): Bir Granada klasiği olan Los Diamantes, şehrin en ünlü sokaklarından Calle Navas’ta 1942’den beri hizmet veren klasik bir Endülüs deniz mahsulü mekanı. Sonradan başka yerlerde de şube açsalar da Navas Sokağı’ndaki yeri benim için bambaşka… Özellikle akşamları kapılar saat tam 20:30da açılmadan önce mekanın önündeki kuyrukta beklerken içeriden gelen sarmısak ve kızarmış balık kokuları insanı ayrı bir acıktırıyor. İçeride çok az masa var, esas olay barda ve tabi ki ayakta… Endülüs’te deniz mahsulleri geleneksel olarak kızartılarak yapılıyor ancak süper taze ve çoğunlukla sherry sirkesi ve sarmısak ile tatlandırıldığından oldukça da aromatik bir havası var bu kızartmaların… Burada şarap ve bira tek çeşit. Fazla seçenek yok ama lezzetler muazzam boyutta…

20170326_175749Bodegas Castañeda (Calle Almireceros, 1-3): Endülüs’te birçok barda fıçıdan sherry servis ediyorlar, tıpkı Bodegas Castañeda’da olduğu gibi… Hatta bazı fıçılarda sherry yapımındaki flor mayası da oluyor ve buna “en Rama” diyorlar… Benim gibi sherry sevenlerdenseniz, Granada’ya gelmişken Castañeda’ya mutlaka uğrayın derim. Önce fino veya manzanilla ile başlayın… en son minik fıçıdan koydukları “Pedro Ximenez”in o pekmezimsi halini ağır ağır yudumlayın…

El Aviso (Calle Virgen del Rosario, 1): İspanya’da modern stil tapas barlara en güzel örnekler bence Endülüs’te yer alıyor. Granada ve Sevilla bu konuda lider durumda diyebilirim. Buraya her gelişimde Calle Navas’a çıkan ara sokaklardaki barları dolanırım. Bu bölgede klasik tarifleri yaratıcı ve özgün bir şekilde yapan birçok tapas bar var. Bunlardan biri de El Aviso… Fiyat-kalite dengesi oldukça şarap menüsüne eş olarak son derece lezzetli tapaslar yapıyorlar. Klasik bir revueltonun (yumurtalı patates) daha modern yorumunun yanında sebzelerin ağırlıklı olduğu tapaslar ve tabi ki klasik et tabakları da iyi yorumlanmış…

Cordoba:

20170330_125718

Hiç kuşkusuz zamanının en güzel şehirlerinden biri olan Cordoba muhtemelen Endülüs’ün ve belki de İspanya’nın en kozmopolit yerleşim yerlerinden biri. Tarih boyunca Romalılardan başlayarak Yahudi, Arap ve İspanyol toplumlarının içiçe girdiği ve günümüze kadar gelen bu kozmopolitliğin gastronomiye yansımasıyla zengin burada mutfak doğurduğu bir gerçek… Bana göre bu zengin mutfağın en iyi deneyimlendiği yerlerden birisi Yahudi Mahallesi’nde (juderia) yer alan “Pepe’nin Yeri”…

20170330_134426Casa Pepe de la Juderia (Calle Romero, 1): Cordoba’ya özgü bir yemek sayın deseler muhtemelen ilk başta aklıma “Salmorejo” gelir… İspanyolların ünlü soğuk domates çorbası Gazpacho’dan çok daha derinlikli bir yemek olan Salmorejo, içerik olarak Gazpacho’dan belki biraz daha az malzemeyle hazırlansa da bana göre teknik olarak çok daha zor bir çorba… Kendine has kremamsı ve yumuşak dokusuna ek olarak kararında sarımsak, zeyntinyağ ve sirke kullanmak zorunlu bu çorbada. Bana göre Cordoba’da bunu en iyi yapan yerlerden birisi Casa Pepe. Ancak burada gelenek sadece Salmorejo ile sınırlı değil, yine eski zamanlardan gelen bir başka soğuk çorba olan “Mazamorra” da aslında bir nevi ‘domatessiz’ Salmorejo… Salmorejo’nun temel malzemesi domatesi çıkarıp yerine çiğ badem koyuyorsunuz ve geriye tabi ki klasik Endülüs malzemeleri olan ekmek, zeytinyağı, sarımsak ve sirke ile çorbayı yapıyorsunuz. Bu soğuk çorbalarla bence en iyi gidebilecek şarap ise bölgeye has Montilla Moriles apelasyonunundan bir Fino Pedro Ximenez…

Tarifa:

20170402_121930

Bar Frances (Calle Sancho IV el Bravo, 21):

Tarifa’ya geldiğinizde havanın açık olmasını hep dilersiniz zira buradan karşı kıyıya yani Fas’a yani Afrika’ya bakmak ayrı bir güzelliktir. Vaktiniz varsa Tanger’ye geçip keyifli bir gün de geçirebilirsiniz zira hızlı feribotlar günübirlik geziler için fazlasıyla iyi imkanlar sunuyor… Arapların İspanya’ya ilk ayak bastığı topraklar olan Tarifa’nın geniş ve uzun kumsalları Cebelitarık Boğazı’nın Atlantik Okyanusu’na bakan tarafına doğru uzanıyor ve yıl boyu rüzgar sörfü yapanların uğrak yeri. Okyanusla içiçe yaşayan bu güzel şehirde deniz mahsulleri üzerine master yapılabilir… Burada her yer belli bir ortalamanın üzerinde olmakla birlikte Bar Frances gibi yerler geleneksel mutfağı modern stillerle ve mevsimine özgü sebzelerle beraber sunuyorlar. Genelde günlük menü üzerinde çalışıyorlar ve o gün pazarda ne varsa menüye onu koyuyorlar, bu da doğal olarak üst düzel kaliteli malzeme ile hazırlanmış tabaklar demek… Yemeklerin lezzeti ve kalitesi bir yana beni burada en çok mutlu eden şey servis elemanlarının inanılmaz güler yüzlü ve sempatik oluşuydu. Ayrıca birkaç tanesi birden fazla dil de biliyordu ki adından da anlaşılacağı üzere elemanların Fransızca bilmesi pek de şaşırtıcı değil…

20170402_130202

Cadiz:

Peña Flamenco Juanito Villar (Paseo Fernando Quiñones):

Genelde Sevilla’nın gölgesinde kalmış olan ancak yine de Yeni Dünya’nın keşfiyle beraber İspanyol atın çağının en önemli şehirlerinden biri haline gelmiş olan Cadiz, o yıllardan kalma tarihi eski şehriyle her daim bir başka güzeldir. Buraya hemen herkes çoğunlukla Sevilla üzerinden günübirlik olarak gelir. Hele ki yazın geldiğinizde eski şehrin okyanusla buluştuğu yer olan La Caleta plajı adeta San Sebastian’ın La Concha’sı gibidir… İşte La Caleta plajına açılan tarihi kapılardan Fernando Quiñones geçidinde yer alan Peña Flamenco Juanito Villar, klasik Endülüs mutfağının taptaze deniz mahsulleriyle buluştuğu en güzel yerlerden biri. Buraya gelirseniz eğer mutlaka Cadiz’in envai çeşit deniz mahsulleriyle ünlü balık pazarından gelen günün balıklarını ve kabuklu ürünleri sipariş edin. Yanına da fazla düşünmeden buz gibi bir bira isteyin… Burası adından da anlaşılacağı üzere aynı zamanda bir Tablao yani Flamenco sanatçılarının gösteri yaptığı bir yer. Akşama kalırsanız eğer turistik yerlerden uzak gerçek bir Flamenco gösterisi nasıl olur görebilirsiniz..

Bir sonraki yazımda İspanya’da en sevdiğim şehir olan Sevilla’ya yer vereceğim…

gastronomi, gastroturizm, tapas, Uncategorized, şarap dünyası, şarap gezileri, şarap turizmi, İspanya, İspanyol Şarapları içinde yayınlandı | Yorum bırakın